Bir önceki yazıda Emir Sultan'ın hayatına kısa bir giriş yaptık. Bu yazıda ise diğer evliyalar ve Bayezid Han ile olan münasabetlerine değineceğiz. Giriş yazısına kaynak olan Osmanlı'nın Manevi Mimarları kitabı, bu yazının da kaynağıdır.
"Sultan Yıldırım Niğbolu seferine çıkarken Emir Sultan, Yıldırım Bayezid'in kılıncını kuşatıyordu. Rivayete göre Sultan Yıldırım da, zafer kazanırsa Bursa'da yirmi camii yaptırmaya söz vermiş, düşmanı yenilgiye Bursa'ya geri döndükten sonra bu kararından Emir Sultan'a söz etmiş. Emir Sultan da yirmi camii yerine kubbeli bir camiinin yapılmasını uygun görmüş. Camii yeri de yine, Emir Sultan'ın rüyasında manevi bir varlığın parmağıyla çizmesi suretiyle belirlenmiş. Ertesi gün, işaret edilen yerde çimen bittiği görülmüş ve camiinin inşaasına başlanmış."
"Ulu Camii'nin yaptırılacağı yer tespit edilip buradaki binalar istimlak olunur. Herkese fazlasıyla mülklerinin bedelleri verilir. Fakat bir kadın: 'Başka yerim yok, başımı nereye sokarım!' diye feryat ederek arsasını satmak istemez. Sultan Bayezid'in kadına ricası da bir işe yaramaz. Bunun üzerine Sultan Bayezid bu işin hallini Emir Sultan'dan rica eder.
O gece ihtiyar kadın rüyasında, mahşer günündeki halini gördü. Herkes Hz. Muhammed'den şefaat ümit edip cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi cennete gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryat etmeye başlayınca zebaniler ona; "Niye ağlıyorsun?" diye sordular. İhtiyar kadın: "Müslüman taife cennete gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım." dedi. O sırada gaipten bir ses: " Eğer sen de cennete gitmek istersen Bayezid Han'a evini sat, inat etme, yoksa inatçılardan olup ehl-i nar, cehennemlik olursun." dediği anda ihtiyar kadın hemen uyandı.
Uyandığı zaman evinin bir nur ile kaplanmış olduğunu gördü. "Elhamdürillah ben de cennet ehli oldum." diyerek sabaha kadar ibadet ile meşgul oldu. Sonra gönül rızası ile evini sattı ve camiinin yapılmasına vesile oldu."
Bundan sonra anlatılanlar Ulu Camii'nin inşaasının tamamlandıktan sonraki açılışına kadar olanki süreci kapsamaktadır.
"Sırbistan hakimiyet altına alındıktan sonra Yıldırım Bayezid, Sırp Kralı Lazar'ın kızı Maria Despine Olivera ile evlenmişti. Osmanlı Sarayı'na içki ve sefahatın bu tarihten sonra Despina vasıtasıyla girdiği söylenmektedir.
Ulu Camii'nin inşaası tamamlanmış; kısa bir süre sonra açılışı yapılacaktır. Yıldırım, açılıştan önce damadı Emir Sultan'ın fikirlerini almak isteyerek mabedin bir eksiği olup olmadığını sorar. Emir Sultan:
'Her bakımdan iyidir, fakat tek bir kusuru var. O da tedarik olunursa hiçbir eksiği kalmaz.' deyince Yıldırım Bayezid merakla sorar:
'Nedir o kusur?'
'Dört köşesinde dört meyhane...'
Yıldırım Bayezid damadının bu cevabına şaşıp kalınca Emir Sultan izah etmek ihtiyacını hisseder:
'Niye şaşırdınız? Bilmez misiniz ki müminin kalbi Allah'ın evidir. Kalp İlahi sırların aydınlattığı bir yerdir. Sonsuz manevi eserlere nail kılınanan kalbi Cenab-ı Hak etmişken içkiyle meyhane haline getirmeyi garipsemiyorsun da bunu neden garipsiyorsun?'
Emir Sultan'ın söylemek istediğini çok iyi anlayan Yıldırım'ın o günden sonra içkiye tövbe ettiği ve bir daha ağzına koymadığı bilinmektedir. Yıldırım'ın içkiyi bırakmasında Molla Fenari'nin de etkisi olduğu söylenir. Rivayete göre, Molla Fenari bir olayda şahitliği zaruri olan Yıldırım'ın şahitliğini kabul etmemiş, sebebi sorulunca da şu cevabı vermiş:
'Siz camiyi, cemaati terk etmiş bulunuyorsunuz. Bu yüzden şahitliğinizi kabul edemem...'
Yıldırım Bayezid, inşaası biten ve bütün eksiklikleri tamamlanan Ulu Camii'nin bir Cuma günü açılmasına karar vererek ilk hutbeyi ve ilk Cuma namazını kıldırmasını da Emir Sultan'dan ister. Açılış günü Ulu Camii iğne atacak yer kalmamacasına dolmuştur. Cemaat hutbe okuması için Emir Sultan'ın minbere çıkmasını beklemektedir. O sırada beklenmedik bir şey olur. Emir Sultan ayağa kalkarak:
'Ey cemaat-i müslimin, gavs-i azam (tarikat kurucusu) şu anda aramızdadır. O varken imametin bize teklifi caiz değildir.' der ve parmağıyla Somuncu Baba'yı gösterir. Cemaat şaşkınlık ve vecd içindedir. Bütün gözler, o zamana kadar sadece Somuncu Baba olarak tanıdıkları ve güzel ekmeklerini kapış kapış yedikleri zata çevrilir.
Somuncu Baba, mahçup bir şekilde ayağa kalkar, minbere doğru yürür ve Emir Sultan'ın yanından geçerken şöyle fısıldar: 'Ne ettin Emir'im, niye ele verdin bizi?' Ve Somuncu Baba yahut Ekmekçi Koca diye tanınan Şeyh Hamiduddin Aksarayi, okuduğu son derece tesirli hutbesinde Fatiha suresini tefsir eder. Somuncu Baba'yı büyük bir vecd içinde dinleyen Bursa kadısı Molla Fenari, kendini tutamayıp yüksek sesle cemaate şöyle demiştir:
'Şeyh Hamiduddin-i Veli burada bize hikmetler saçıyor, ululuğunu gösteriyor. Fatiha'nın tefsirini cemaatten herkes anladı. İkinci tefsiri buradakilerden ancak bazıları çözebildi. Üçüncü tefsiri ise çok az kimse anlayabildi. Dördüncü ve ondan sonra gelen tefsirler bizim idrakimizin dışındadır. Bunları yalnız kendisi anlayabilir.'
Namazdan sonra cemaat Somuncu Baba'nın elini öpmek için adeta hücum eder. Fakat O çıkıp gitmiştir. Herkes O'nun kendi çıktığı kapıdan çıktığını ileri sürmektedir. Somuncu Baba Ulu Camii'nin üç kapısından aynı anda çıkmıştır.
Somuncu Baba'nın o günden sonra ekmek yapmadığı ve kısa bir süre sonra da sıklaşan ziyaretlerden huzuru kaçtığı için, Hacı Bayram Veli'yi yanına alarak Bursa'yı terk ettiğini biliyoruz. Önce hacca, dönüşte ise Darende'ye yerleşir. Hacı Bayram Veli de hac dönüşü Ankara'ya gidip dergahını orada kurmuştur."
Bu yazıyı burada noktalıyorum. Başka yazılarda Somuncu Baba ve Hacı Bayram Veli ile ilgili derlemelerimi paylaşacağım. Selametle.
15 Kasım 2012
14 Kasım 2012
Emir Sultan
"1368 yılında Buhara'da doğan Emir Sultan'ın soyu Hz. Muhammed'e dayanır. Ona Buhara'da doğduğu için Muhammed Buhari, Seyyid olduğu için Emir Buhari, Yıldırım Bayezid'in damadı olduğu için de Emir Sultan denilmiştir.
Emir Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefat etti. Babasının vefatinden sonra bir müddet Buhara'da kaldı. Sonra aldığı İlahi emir üzerine Mekke'ye gitti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine'ye geçti. Niyeti, Hz. Muhammed'in mübarek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı. Fakat gördüğü rüya niyetini değiştirdi.
Rüyasında Hz. Muhammed ve Hz. Ali yan yana oturmuş halde idiler. O da gidip edeple yanlarına diz çöküp oturdu. Hz. Ali ona:
'Ey oğlum sana Cenab-ı Hak tarafından ceddin Muhammed'in sünnetini takva yoluyla öğretmen için Rum iline (Anadolu) gitmen işaret olundu. Senin önünde ilerleyen üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünde kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak.' dedi.
Emir Sultan uykudan uyanınca: 'Demek ki takdir-i ilahi böyle.' diyerek yola çıktı. Hz. Ali'nin dediği gibi, üç kandil ona rehberlik etti. Bursa'ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil, pınar başında üç servi civarında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında durdu. Böylece Bursa'ya yerleşti.
Yukarıdaki Emir Sultan Camii, Bursa'da, Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Fatma Hatun tarafından kocası Emir Sultan adına inşa ettirilmiştir. Hundi Fatma Hatun ile Emir Sultan'ın evlenme hikayesini alıntılıyorum:
"Emir Sultan Bursa'ya geldiği zaman, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid Macarlarla savaşıyor, Rumeli'de fetihlerine devam ediyordu.
Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Fatma Sultan evlenme çağına gelmiş, güzelliği ile de göz kamaştırıyordu. Fatma Sultan iki kez rüyasında Hz. Muhammed'i gördü. Resul-i Ekrem kendisine:
'Eğer ahirette benden şefaat etmemi istiyorsan oğlum Muhammed Buhari ile evlen. Sakın beni kırma ve sözümü dinle.' diye buyurdu. Bu sıralarda Fatma Sultan'ın Rumeli Beylerbeyi Süleyman Paşa ile evleneceği söylenmekte idi.
Rüyanın dehşeti ve sevinci ile uyanan Hundi Sultan çaresizlik içinde ne yapacağını şaşırdı. Acaba göründüğü gibi fakir ve garip bir kimse olan Emir Sultan'ın bu İlahi emirden haberi var mıydı? Kiminle ve nasıl haber gönderebileceğini düşünen Hundi Sultan; rüyasını edep ve haya sahibi hizmetçisine anlattı ve durumu Emir Sultan'a bildirmesini söyledi. Hizmetçi gidip durumu Emir Sultan'a anlatınca Emir Sultan:
'Bizim de malumumuzdur. Nikahımız, Allah tarafından kıyıldı. Dinimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hundi Fatma Sultan'a iletin.' dedi.
Yıldırım Bayezid henüz Bursa'ya gelmemişti. Valide Sultan ise kızını vermek istemiyor, işi de yokuşa sürüyor, Emir Sultan'dan kendine göre olmayacak şeyler istiyordu: Kırk deve yükü altın. Emir Sultan: 'Validemiz develer göndersinler, istediklerini yerine getirelim. İstediği altınları gönderelim.' diye haber göndermesi, sarayı büyük telaşa düşürüyor, bu işe kimsenin aklı ermiyordu. Böyle fakir bir dervişin kırk deve yükü altını nasıl vereceğine şaşırıyorlardı.
Emir Sultan ile Hundi Fatma Sultan'ın evlenmelerine karar verilince Fatma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem Ağası ile Emir Sultan'a gönderdi. Emir Sultan bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, öğrencileri ile sohbet etmekte idi. Bohçayı alıp bir kenara bırakan, sonra da açıp içinden bir mendil alan Emir Sultan; mendilin içine birkaç köz parçası koyup mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası'na:
'Valide Sultan'a selam söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin sultanlara hediyesi ancak böyle köz parçası olur. Kabul etmelerini arz ederim.' dedi.
Harem ağası mendili açıp açmamakta tereddüt edip kendisini zor tuttu. Valide Sultan'a teslim edilen mendilden ateş taneleri değil, gözleri kamaştıran elmas parçaları çıktı. Bu durumun Emir Sultan'ın kerameti olduğu anlaşıldı.
Sonunda Devlet Hatun'un izni, Molla Fenari'nin kıydığı nikahla iki genç dünya evine girerler. Bu işten rahatsız olan gönlü karalar, yemez içmez, haberi Yıldırım Beyazid'e ulaştırırlar. Bayezid Han, zehir gibi bir öfkeye kapılır. Öz kızı, nasıl kendisinden izin almaksızın evlenebilmiştir? Ve hiç düşünmeden kararını verir, Emir Sultan ve kızı cezalandırılacaktır. Bunun için Bursa'ya Süleyman Paşa kumandasında tepeden tırnağa silahlı kırık sipahi gönderir.
Süleyman Paşa, Bursa'ya gelince Valide Sultan'dan onları istese de alamaz, kırk asker saraya saldırır. Emir Sultan bu hali görünce çaresiz, besmele çekip tek bir ayet okur. (Yasin Suresi 29) O anda kırk sipahi kadid (etleri dökülmüş, kemik kalmış iskelet) olur. Kadid olan kırk yiğidin cenaze namazlarını Molla Fenari'nin kıldırdığı ve kadidler kubbesine gömüldükleri söylenir. Derler ki Bursa'da 'Kadidler Semti' adını bu olaydan alır.
Molla Fenari, Yıldırım Bayezid'e padişahın Emir Sultan'ın ve kızı Hundi Fatma Sultan'ın öldürülmesi için Bursa'ya asker gönderdiğini duyduğu gibi bir mektup yazar. Emir Sultan'ı tanıtan ve anlatan, dini alıntılar içeren bir mektuptur. Emir Sultan'ın kerametini ve kırk kadidi anlatır.
Molla Fenari'nin mektubu Yıldırım Bayezid'in eline bir kale kuşatması sırasında geçti. Emir Buhari'ye öfkesi kalmamıştı; fakat bir başka öfke ile kükremekteydi. Zira kale bir türlü düşmüyordu. Yeniçeriler ve sipahiler arasında ümitsizlik alametleri belirmeye başlamıştı ki bir sabah, kale kapısının açıldığını görürler. Açan 20-25 yaşlarında bir delikanlıdır ve onu Yıldırım Bayezid ve beraberindeki bazı askerler de görmüşlerdir. Zaferden sonra Yıldırım, o gencin bulunmasını emrederse de bütün aramalar sonuçsuz kalır. Yer yarılmışmıştır da içine girmiştir sanki.
Yıldırım Bayezid ordusuyla Bursa'ya döndüğünde, şehrin ileri gelenleri tarafından karşılanır. Aralarında Emir Sultan da vardır. Hayret, işte kale kapısını açan genç burada, karşısında durmaktadır. Yıldırım Bayezid, heyecanla ürperir. Üstelik bu gencin damadı Emir Buhari olduğunu öğrenince O'nu öldürtmek istediğini düşünerek büsbütün şaşkınlığa düşer. Molla Fenari'nin mektubuyla içinde uyanan sevgi, şimdi bir kat daha artmıştır."
Erguvan
Askerde iken bana ilginç gelen Mutlu Tönbekici imzalı, Erguvan konulu yazısından kimi kesitleri ve bu kesitlerden esinlenerek oluşturduğum yazımı sizlerle paylaşıyorum.
"Erguvan ne yeaa!?' diye boş geçmeyin. Roma İmparatorluğu'nda asillerin rengi. Elde edilmesi çok zor bir renk olduğu için sadece zenginlerin ve asillerin kıyafetleri o renkte. Hristiyanlar Yehuda Ağacı* diyor. İsa'nın havarilerinden Yehuda İşkariyot**, İsa'ya ihanet edip yerini ihbar edince İsa yakalanır ve çarmıha gerilir. Yehuda yaptığından pişman olur ve kendini bir ağaca asar. Ağacın yeni açmış beyaz çiçekleri, utançlarından renk değiştirip mor olur." diyor yazar.
Burada ben araya giriyorum ve yukarıdaki kesite birkaç ekleme yapıyorum. * , bilmeyenler için Yehuda'nın İngilizcesi Judas.
** Yehuda İşkariyot hakkında çok yazılmış çizilmiş, gerek din adamları gerek feylezoflar tarafından. Yaptığının özgür irade açısından incelenmesi, suçluluğunun veya suçsuzluğunun tabiatı gibi konular hala tartışılmakta. Yeni Ahit'te farklı anlatımlar mevcut; neticesinde İncil'lerde yazan her bilginin tarihi bir gerçek olmayabileceği tartışmasını doğurmuş.
Yehuda'nın Öpücüğü- Gustavo Dore
Yuhanna İncil'ine göre 'Yehuda'nın Öpücüğü' denilen hadise ile havarisi Hz. İsa'nın kim olduğunu Roma valisi Pontius Pilate'nin adamına- Roma tarafından atanmış Judaea Musevi başhahamı Caiaphas- bildiriyor. 30 gümüş sikkeye Hz. İsa'ya ihanet ediyor. Tönbekici'nin yazısındaki kendini asma hadisesi, Matta İncil'inde bahsediliyor.
"Farsça 'argavan'dan geliyor. Aynı kelime İbranice'de 'mor' demek. Hz. İsa'yı çarmıha gererken onunla alay etmek için, asillerin rengi olan erguvan renginde bir kaftan koyarlar üzerine. Başına da dikenlerden bir taç. Sonra o kaftanı çıkarırlar gerçi; ama ressamlardan kaçmaz: Bundan dolayı, göğe yükselmiş Hz. İsa'yı daima erguvan renkli bir kaftan ile resmederler." diye yazmış Mutlu Hanım.
Biraz araştırınca, dini dayanaklarını merak edenler için, karşıma şu sonuçlar çıktı:
Yuhanna 19:2- Askerler de dikenlerden bir taç örüp O'nun başına geçirdiler. Sonra O'na mor bir kaftan giydirdiler. Önüne geliyor, “Selam, ey Yahudiler'in Kralı!” diyor, yüzüne tokat atıyorlardı.
Markos 15:17- O'na mor renkte bir giysi giydirdiler, dikenlerden bir taç örüp başına geçirdiler.
Matta 27: 28- O'nu soyup üzerine kırmızı bir kaftan geçirdiler.
Kaynakların farklılık göstermesinin çeşitli nedenleri olabilir. Ama bizim kaygımız bu değil; amaç alıntıladığım hikayenin güvenilirliği. Eşgörüşlü İnciller'in (Matta, Markos ve Luka) iç içe girmiş yapısı (bkz. yukarıdaki görsel) ve tarihler boyu Hristiyan aleminin bile üzerinde anlaşamadığı kaynaklardan ötürü bugün değişik fikirler var- Hz. İsa'nın kanından ötürü, mor rengi kırmızıya daha yakın olmuş olabilir mesela bu yorumlardan biri. Ancak en azından atıfta bulunduğumuz kaynaklar elimizde. Erguvan kaftan konusunda Mutlu Hanım bir noktaya kadar haklı; ancak Hz. İsa'nın miracı ile ilgili kısmında sıkıntı var gibi. Ben pek çok resim aradım; ancak erguvan kaftan ile resmedilmiş miraca çıkan Hz. İsa göremedim. Örneğin Rembrandt'ın aşağıdaki yağlı boyasında, diğer pek çok eserde olduğu gibi erguvan kaftan görülemiyor. Meraklısı için İngilizce anahtar sözcükler 'Ascension of Jesus'.
"Erguvan'ın Osmanlı İmparatorluğu'nda da yeri var. Yıldırım Bayezid'in damadı Emir Sultan çok sevilen bir kimseymiş. 1429'da öldüğü vakit erguvan zamanıymış. Ertesi yıllarda, erguvanlar çiçeğe bezenince, müritleri ülkenin her tarafından Bursa'ya gelip Emir Sultan'ın türbesini ziyaret etmeye başlamış. İşte o günlere 'Erguvan Cemiyeti', 'Erguvan Faslı', 'Erguvan Bayramı' denmeye başlanmış. Yüz yıl öncesine kadar da kutlanmış erguvan bayramı. Kimi çok şiddetli deprem oldu bayram mayram kalmadı diyor, kimi Cumhuriyet zamanı tekkeler yasaklandı, Emir Sultan anılamadı, ondan bitti bayram diyor. Benim çocukluğumda Bursa'da ağacı bile yoktu. Son yıllarda Bursa Büyükşehir Belediyesi erguvan dikip bayramı yeniden canlandırmaya çalışıyormuş."
Okuduğum başka bir kitapta, Osmanlı'nın Manevi Mimarlarında, ise Emir Sultan ile ilgili bilgilendirici kesitler buldum. Hazır yukarıda mirac hakkında yazmışken, Emir Sultan'ın mirac ile ilgili söylediklerini paylaşmamak olmaz. Hz. Muhammed'in miracı hakkında Emir Sultan'ın söylediklerini, Muammer Yılmaz eserinde şöyle aktarmış:
"Hz. Muhammed'in Mirac'a çıkmasını en güzel izah edenlerden birisi de Emir Sultan'dır. Bugün
de (bile) çıkışın cismani mi, yoksa ruhani mi olduğu üzerinde çok durulur.
Bir gün sohbet esnasında bir adam, Emir Sultan'a Hz. Muhammed'in Mirac'a çıkmasının cismani mi, yoksa ruhani mi olduğunu sorar. Emir Sultan da bu güzel suali şu şekilde cevaplar:
'Ceddim Resul-ı Ekrem, Mirac'a bedeniyle çıktı. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allah'ı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm suresinde bildirilmiştir. Resul-ı Ekrem için cümle melaike ve bütün mahlukat salavat getirirler. Böyle yüksek bir zatın miracında bedenen veya ruhen olmasından şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defa değil, dört yüz kere Mirac yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allah bir Hadis-i Kudside:
-Ey Habibim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım. buyuruyor. Bu Hadis-i Kudsi, bunun doğru olduğunu gösterir."
(Emir Sultan hakkında ilk olarak buraya, sonrasında ise şuraya )
(Emir Sultan hakkında ilk olarak buraya, sonrasında ise şuraya )
Yazıyı sonlandırırken merak edenler için erguvanların nerelerde bulabileceğinizi aktarıyorum. Tönbekici'ye gelen tweetler mekanları şu şekilde sıralamış:
İstanbul- Boğaziçi Üniversitesi bahçesi, manzaranın sağında / Aşiyan, Tevfik Fikret bahçesi / Bebek sahildeki Mısır Konsolosluğu karşısındaki inşaat alanında / Beşiktaş Valideçeşme'de taksi durağının arkasında / Harem otogarı- Salacak arası / Çatalca / Kuzguncuk Fethi Paşa Korusu / Beylerbeyi Korusu / Beykoz çavuşbaşı / Baltalimanı Emirgan arası ve Emirgan Parkı / Arnavutköy'den Akmerkez'e çıkarken Türkan Saylan Parkı / Tarabyaüstü
Bursa- Uludağ yolu / Orhangazi- Bursa arası, Süpürgelik tırmanış rampası / Nilüfer Parkı
Konya- Alaeddin Tepesi / Üçler Mezarlığı / Meram'ın bahçesi
Diyarbakır'da Surlar dibinde, Kütahya'da Porsuk baraj gölü kıyısında ve Balıkesir- Akhisar yolunda, Balıkesir Polis Okulu'nu geçtikten sonra rüzgar türbinleri civarında.
01 Kasım 2012
çeşitli sözcükler ve Fuat Umay
Ök: Eski Türkçe'de bağ, ip, göğüs anlamında kullanılıyordu. Daha sonra anlam genişlemesiyle, 'anne' anlamını kazandı. Bu nedenle annesi ölen çocuk 'öksüz' olarak adlandırıldı.
Yetim: Arapça'dan gelme bir sözcüktür. Anlamı 'tek başına, kimsesiz'dir.
Umay: Eski Türk inanışındaki çocukların koruyucusu tanrıçadır.
Zamanın Kırklareli milletvekili Mehmed Fuad, Çocuk Bayramı teklifini veren kişidir. Kırklareli doğumludur. Kendisi aynı zamanda Himaye-i Etfal kurucularındandır ve uzun yıllar başkanlığını yapmıştır. Bugünkü adı ile Çocuk Esirgeme Kurumu. Bu arada etfal da, tekilini hala kullandığımız tıfıl sözcüğünün çoğuludur.
Atatürk, Himaye-i Etfal'da verdiği hizmetlerden ötürü Mehmed Fuad'a Umay soyadını vermiştir.
Yetim: Arapça'dan gelme bir sözcüktür. Anlamı 'tek başına, kimsesiz'dir.
Umay: Eski Türk inanışındaki çocukların koruyucusu tanrıçadır.
Zamanın Kırklareli milletvekili Mehmed Fuad, Çocuk Bayramı teklifini veren kişidir. Kırklareli doğumludur. Kendisi aynı zamanda Himaye-i Etfal kurucularındandır ve uzun yıllar başkanlığını yapmıştır. Bugünkü adı ile Çocuk Esirgeme Kurumu. Bu arada etfal da, tekilini hala kullandığımız tıfıl sözcüğünün çoğuludur.
Atatürk, Himaye-i Etfal'da verdiği hizmetlerden ötürü Mehmed Fuad'a Umay soyadını vermiştir.
31 Ekim 2012
Rakı ve balık, Salah ve Ahmet Rasim
Bu yazıda rakı ve mezeleri üzerine anlatılanlar, Arnavutköy Vapur İskelesi etrafında konumlanmış balık restoranları muhitinde yaşananlardan aktarılmaktadır. Rakı ile balık yapmayı çok seven Salah Birsel o civarda çok takılırmış. Birsel'den evvel oraları kendine mesken tutmuş diğer bir üstad da Ahmet Rasim imiş. Hikayedeki kahramanlar belli; karşılıklı atışacaklar, hikayenin restoranı da Arnavutköy Vapur İskelesi Gazinosu. Önce mekanı tanıyalım, sonra kahramanlarımızı dinleyelim...
Arnavutköy'ü bilmeyenler için, gazino aşağı yukarı yukarıdaki resmin olduğu yerlerdeymiş. Resimdeki 'Kazıklı yol' 1980 sonrasında ihtiyacı karşılayamayan sahil yolunu genişletmek için yalıların etrafından geçirilmiş. Yalıların arka tarafında ise şu anki adıyla Arnavutköy- Bebek Caddesi yer alıyor. Cadde, evvelinde Arnavutköy- Kuruçeşme Caddesi olarak bilinirmiş ve aynı zamanda tramvay caddesi olarak da anılırmış. Ancak malum tramvay rayları, Ortaköy'den Arnavutköy'e gelen yol dar olduğu ve yetersiz kaldığı için 1950'lerde sahil yolu inşaatında sökülmüş. O da bir şey mi, Arnavutköy Vapur İskelesi'nin yeri bile değiştirilmiş! (teşekkürler kazıklı yol)
Neyse bizim gazino, eski vapur iskelesinin hemen yanıbaşında solda kalmaktaymış. Eski İstanbul Gazinoları hakkında bir yazıda Arnavutköy Vapur İskelesi Gazinosu'ndan 2-3 satır bahsedilmiş; ancak Salah Birsel gazinoyu ayrıntılarıyla tanımlıyor. Okuyoruz:
Bir kapısı tramvay caddesine, öbür kapısı deniz kıyısına açılır. Yer, taş mozayıktır. Yüksek tavanlı, bol ışıklıdır. Arnavutköy'ün en eski meyhanelerindendir. 1885'lerde açılmıştır. Reşat Ekrem Koçu ile arkadaşı Muzaffer Esen meyhanenin 1946 yılındaki durumunu şöyle anlatırlar:
Tramvay caddesi kapısından girildiğinde, birinci bölmenin duvarları boyunca 1900 modası al kadife kanepelerle döşenmiş, duvarları yine aynı çağa ait üç büyük ayna ile süslenmiş, bir duvarında renkli taş basması Hamlet ve Othello'dan birer sahneyi gösteren tablolar asılmış, öbür duvarında yine renkli taş basması iki manzara resmi ve antika denilebilir bir duvar saati bulunan bu gazinonun ortadaki iki masası daima beyaz bir örtü altında, özellikle öğle yemeğinde ayrılmıştır.
Kahve ocağının ve mutfağın temizliği dikkati çeker. Tavla ve oyun kağıdı ruhsatiyesi de bulunduğundan demlenirken yaran arasında piket ya da prafa, ya da briç partisi yapıp oynayanlar çoktur. Erkeklerin kendi aralarında ülfet ve sohbet yeridir. İstanbul külhanisi ağzıyla söylemek gerekirse, kadın götürüp aşna fişne edilecek yerlerden değildir.
Ahmet Rasim'e sözü devretmeden evvel, hazır adı geçmişken- fakat bu yazı ile ilgisisiz- Ahmet Rasim'in güftesini yazdığı ve kemani Tatyos Efendi'nin bestelediği Bu Akşam Gün Batarken Gel adlı eseri dinlemenizi rica ediyorum. Günümüzde hala fazlasıyla dinleniyor, söyleniyor. (Tatyos Efendi'nin Türk musikisine katkısı çok fazla; ancak kıymeti az bilinmiş bir zat-ı muhterem. Kendisi ile ilgili bir yazı derleme niyetim var.)
İşte, Ahmet Rasim bu gazinonun 1900'lerde müdavimiymiş. Yine gazinoda bir masaya oturmuş dem alıyormuş. Rakısını yudumlarken bir yandan da meyhanedeki yeni yetmelere, rakının nasıl içileceğine üzerine bir söylev paralamaktaymış. Dinliyoruz:
- Rakı, kadehe konur ama kadeh ile içilmez. Kadehe de yarının yarısına değin konur. Üstüne de su doldurulur. Ve de yudum yudum içilir. Yudumlar da hiç değilse, beş dakika ara ile içilir, kadehin dibi de 6 ya da 8 yudumda görünür. Yalnız, su, rakının gradosuna göre değişebilir. 0n altı, on yedi buçuk grado* arasındaki hafif rakılarda, tadı bozulmaması için, bir ölçek rakıya yarım ölçek su konulmalıdır. On sekiz, on dokuz gradoluk orta rakılarda ise yarı yarıya su katmak gerekir. Daha yüksek gradolu rakılar ise bir buçuk katı su kaldırır.
(*grado, rakının alkol derecesi. Bugün tükettiğimiz rakıların gradosu 40-50 arası.)
Bir içkicinin besini de bir ya da bir buçuk karafaki* olmalıdır. Kuralı budur. Meyhaneye ikindi zamanı gelseniz de, kapanıncaya değin bu besini aşmamanız gerekir. İki, üç karafaki, ya da 8-10 duble rakı besin sayılmaz.
(*karafaki, sürahicik. Yunanca karafa kökünden türetilme)
Ahmet Rasim, rakının nasıl ve ne kadar içileceğini anlatmayı bitirmeden evvel keyfi tanımlar:
Bir insanın neşesini bulması, yani mestane haline gelmesi bir buçuk kadehle olabilir. 2 ya da 3 kadeh içtiniz mi, çakırkeyf olursunuz. Keyif ise 3 ile 6 kadeh arasıdır. Keyif çizgisindeyken içkiden el çekmek kadar tedbirli iş olmaz. Bu sınır geçilecek olursa insanlar cıvır, yani abuk-sabuk söylenmeye, şuna buna laf atmaya başlar. Sınırı geçmiş olanlar delikli taşa su döker gibi içenlerdir, yani kadehi dibine kadar dikenlerdir. Oysa, rakı gık dedi mi, içki hemen bırakılmalıdır. Çünkü mide alacağını almıştır.
Salah Birsel bu noktada Ahmet Rasim'in lafını balla bölecek ve mezeler üzerine söylev çekecektir.
- Dünyada meze olmayacak şey yoktur. Turp eskisinden, leblebi kırığından, sirkeli kereviz haşlamasından tutun da papatya salatasına, beyaz havyar dövmesine, kazayağı salatasına ve de türlü bastıya kadar her şey mezedir. Ne ki, bunların en kralı balık mezesidir. Beykoz'un kılıçbalığını kızartıp üstüne de sarmısaklı ve sirkeli taratoru döktünüz mü, oh, gel keyfim gel.
Haa, şunu da belleğinize yazın, tarator cevizibevvalı oldu mu parmaklarınızı da yersiniz. Bunu ayrıca anlatmak isterim. ( Gelsin tarator tarifi ) Cevizibevva denilen, piyasada da hindistancevizi diye satılan nesnelerden birini alın. İçinde bir su vardır. Ceviz sütü. Ceviz kırılıp, içi kesildikten sonra, bu su yitirilmeden bir kaba alınmalı; çünkü bu da ayrı mezedir. [Bu da nasıl yapıl(ama)dığını gösteren bir video ]
Ceviziçinin üstündeki kabuğu keskin bir bıçakla soyup, yalnız badem gibi kaldıktan sonra ince rendeden geçirin. Sonra taş havana koyup, bir kaşık da kendi suyundan katarak macun haline gelinceye değin dövün. Daha sonra, biraz tuz ve bayat ekmek içinden yeterince ıslatarak ve de suyunu sıkarak havana atın. Cevizibevva ile yeniden macunlaşıncaya değin tepeleyin. İki katı su ekleyerek eze eze, çalkalaya çalkalaya boza kıvamına getirin. Sonra da bir tabağa alarak üstüne yağ, sirke ve sarımsak boca edin.
Bu tarator, palamut tava üzerine de iyi gider. Zaten rakının gerçek mezesi de palamuttur. Ağzının tadını bilen akşamcıların, balık deyince akıllarına palamut gelmelidir. Barbunya ya da sinağritin geleceği tuttuğu vakit de, hemen defetmek için yarım bardak İngiliz tuzu çekilmelidir. Palamutun en alengirlisi ızgarasıdır. Kiremit kebabı ile kağıt kebabını da yabana atmamalı. Köftesi ile fırın kebabı da olur. Ben en çok palamut tütününe biterim. Şimdiler onu bulabilenler "füme balık" diye satın alırlar. Bizim çocukluğumuzda "palamut tütünü" ya da sadece "tütün balığı" denirdi.
Palamut pilakiye de yatkın bir balıktır. Yalnız bunun eylül ortalarından ekim sonlarına değin yapılması gerekir. Bundan sonra yapılırsa o palamut pilakisi değil, torik pilakisi olur. Hele bir ay daha gecikilirse bu kez de altıparmak pilakisi çıkar. Eylül ortalarına değin yapılana ise çingene pilakisi denir. Geriye bir de palamut papaz yahnisi kalır ki, bunu yiyenler ayrıca içki içmeye gerek duymazlar. Çünkü yahninin içinde şarap da vardır.
Ahmet Rasim meze olarak sadece mevsim meyvelerini tercih ettiğini söylese de, Salah Birsel buna karşı çıkmaktadır. Ben de bu hususta Birsel'in tarafında yer aldığımı belirtiyorum. Rakının en iyi mezesinin balık olduğuna katılıyorum. Birsel her ne kadar balığın yanına tarator koymuş olsa da, bunun karidesi kalamarı var. Atlamış, ayıp etmiş. Yazıyı daha da uzatmadan burada sonlandırıyorum. Şerefe!
Arnavutköy'ü bilmeyenler için, gazino aşağı yukarı yukarıdaki resmin olduğu yerlerdeymiş. Resimdeki 'Kazıklı yol' 1980 sonrasında ihtiyacı karşılayamayan sahil yolunu genişletmek için yalıların etrafından geçirilmiş. Yalıların arka tarafında ise şu anki adıyla Arnavutköy- Bebek Caddesi yer alıyor. Cadde, evvelinde Arnavutköy- Kuruçeşme Caddesi olarak bilinirmiş ve aynı zamanda tramvay caddesi olarak da anılırmış. Ancak malum tramvay rayları, Ortaköy'den Arnavutköy'e gelen yol dar olduğu ve yetersiz kaldığı için 1950'lerde sahil yolu inşaatında sökülmüş. O da bir şey mi, Arnavutköy Vapur İskelesi'nin yeri bile değiştirilmiş! (teşekkürler kazıklı yol)
Neyse bizim gazino, eski vapur iskelesinin hemen yanıbaşında solda kalmaktaymış. Eski İstanbul Gazinoları hakkında bir yazıda Arnavutköy Vapur İskelesi Gazinosu'ndan 2-3 satır bahsedilmiş; ancak Salah Birsel gazinoyu ayrıntılarıyla tanımlıyor. Okuyoruz:
Bir kapısı tramvay caddesine, öbür kapısı deniz kıyısına açılır. Yer, taş mozayıktır. Yüksek tavanlı, bol ışıklıdır. Arnavutköy'ün en eski meyhanelerindendir. 1885'lerde açılmıştır. Reşat Ekrem Koçu ile arkadaşı Muzaffer Esen meyhanenin 1946 yılındaki durumunu şöyle anlatırlar:
Tramvay caddesi kapısından girildiğinde, birinci bölmenin duvarları boyunca 1900 modası al kadife kanepelerle döşenmiş, duvarları yine aynı çağa ait üç büyük ayna ile süslenmiş, bir duvarında renkli taş basması Hamlet ve Othello'dan birer sahneyi gösteren tablolar asılmış, öbür duvarında yine renkli taş basması iki manzara resmi ve antika denilebilir bir duvar saati bulunan bu gazinonun ortadaki iki masası daima beyaz bir örtü altında, özellikle öğle yemeğinde ayrılmıştır.
Kahve ocağının ve mutfağın temizliği dikkati çeker. Tavla ve oyun kağıdı ruhsatiyesi de bulunduğundan demlenirken yaran arasında piket ya da prafa, ya da briç partisi yapıp oynayanlar çoktur. Erkeklerin kendi aralarında ülfet ve sohbet yeridir. İstanbul külhanisi ağzıyla söylemek gerekirse, kadın götürüp aşna fişne edilecek yerlerden değildir.
Ahmet Rasim'e sözü devretmeden evvel, hazır adı geçmişken- fakat bu yazı ile ilgisisiz- Ahmet Rasim'in güftesini yazdığı ve kemani Tatyos Efendi'nin bestelediği Bu Akşam Gün Batarken Gel adlı eseri dinlemenizi rica ediyorum. Günümüzde hala fazlasıyla dinleniyor, söyleniyor. (Tatyos Efendi'nin Türk musikisine katkısı çok fazla; ancak kıymeti az bilinmiş bir zat-ı muhterem. Kendisi ile ilgili bir yazı derleme niyetim var.)
İşte, Ahmet Rasim bu gazinonun 1900'lerde müdavimiymiş. Yine gazinoda bir masaya oturmuş dem alıyormuş. Rakısını yudumlarken bir yandan da meyhanedeki yeni yetmelere, rakının nasıl içileceğine üzerine bir söylev paralamaktaymış. Dinliyoruz:
- Rakı, kadehe konur ama kadeh ile içilmez. Kadehe de yarının yarısına değin konur. Üstüne de su doldurulur. Ve de yudum yudum içilir. Yudumlar da hiç değilse, beş dakika ara ile içilir, kadehin dibi de 6 ya da 8 yudumda görünür. Yalnız, su, rakının gradosuna göre değişebilir. 0n altı, on yedi buçuk grado* arasındaki hafif rakılarda, tadı bozulmaması için, bir ölçek rakıya yarım ölçek su konulmalıdır. On sekiz, on dokuz gradoluk orta rakılarda ise yarı yarıya su katmak gerekir. Daha yüksek gradolu rakılar ise bir buçuk katı su kaldırır.
(*grado, rakının alkol derecesi. Bugün tükettiğimiz rakıların gradosu 40-50 arası.)
Bir içkicinin besini de bir ya da bir buçuk karafaki* olmalıdır. Kuralı budur. Meyhaneye ikindi zamanı gelseniz de, kapanıncaya değin bu besini aşmamanız gerekir. İki, üç karafaki, ya da 8-10 duble rakı besin sayılmaz.
(*karafaki, sürahicik. Yunanca karafa kökünden türetilme)
Ahmet Rasim, rakının nasıl ve ne kadar içileceğini anlatmayı bitirmeden evvel keyfi tanımlar:
Bir insanın neşesini bulması, yani mestane haline gelmesi bir buçuk kadehle olabilir. 2 ya da 3 kadeh içtiniz mi, çakırkeyf olursunuz. Keyif ise 3 ile 6 kadeh arasıdır. Keyif çizgisindeyken içkiden el çekmek kadar tedbirli iş olmaz. Bu sınır geçilecek olursa insanlar cıvır, yani abuk-sabuk söylenmeye, şuna buna laf atmaya başlar. Sınırı geçmiş olanlar delikli taşa su döker gibi içenlerdir, yani kadehi dibine kadar dikenlerdir. Oysa, rakı gık dedi mi, içki hemen bırakılmalıdır. Çünkü mide alacağını almıştır.
Salah Birsel bu noktada Ahmet Rasim'in lafını balla bölecek ve mezeler üzerine söylev çekecektir.
- Dünyada meze olmayacak şey yoktur. Turp eskisinden, leblebi kırığından, sirkeli kereviz haşlamasından tutun da papatya salatasına, beyaz havyar dövmesine, kazayağı salatasına ve de türlü bastıya kadar her şey mezedir. Ne ki, bunların en kralı balık mezesidir. Beykoz'un kılıçbalığını kızartıp üstüne de sarmısaklı ve sirkeli taratoru döktünüz mü, oh, gel keyfim gel.
Haa, şunu da belleğinize yazın, tarator cevizibevvalı oldu mu parmaklarınızı da yersiniz. Bunu ayrıca anlatmak isterim. ( Gelsin tarator tarifi ) Cevizibevva denilen, piyasada da hindistancevizi diye satılan nesnelerden birini alın. İçinde bir su vardır. Ceviz sütü. Ceviz kırılıp, içi kesildikten sonra, bu su yitirilmeden bir kaba alınmalı; çünkü bu da ayrı mezedir. [Bu da nasıl yapıl(ama)dığını gösteren bir video ]
Ceviziçinin üstündeki kabuğu keskin bir bıçakla soyup, yalnız badem gibi kaldıktan sonra ince rendeden geçirin. Sonra taş havana koyup, bir kaşık da kendi suyundan katarak macun haline gelinceye değin dövün. Daha sonra, biraz tuz ve bayat ekmek içinden yeterince ıslatarak ve de suyunu sıkarak havana atın. Cevizibevva ile yeniden macunlaşıncaya değin tepeleyin. İki katı su ekleyerek eze eze, çalkalaya çalkalaya boza kıvamına getirin. Sonra da bir tabağa alarak üstüne yağ, sirke ve sarımsak boca edin.
Bu tarator, palamut tava üzerine de iyi gider. Zaten rakının gerçek mezesi de palamuttur. Ağzının tadını bilen akşamcıların, balık deyince akıllarına palamut gelmelidir. Barbunya ya da sinağritin geleceği tuttuğu vakit de, hemen defetmek için yarım bardak İngiliz tuzu çekilmelidir. Palamutun en alengirlisi ızgarasıdır. Kiremit kebabı ile kağıt kebabını da yabana atmamalı. Köftesi ile fırın kebabı da olur. Ben en çok palamut tütününe biterim. Şimdiler onu bulabilenler "füme balık" diye satın alırlar. Bizim çocukluğumuzda "palamut tütünü" ya da sadece "tütün balığı" denirdi.
Palamut pilakiye de yatkın bir balıktır. Yalnız bunun eylül ortalarından ekim sonlarına değin yapılması gerekir. Bundan sonra yapılırsa o palamut pilakisi değil, torik pilakisi olur. Hele bir ay daha gecikilirse bu kez de altıparmak pilakisi çıkar. Eylül ortalarına değin yapılana ise çingene pilakisi denir. Geriye bir de palamut papaz yahnisi kalır ki, bunu yiyenler ayrıca içki içmeye gerek duymazlar. Çünkü yahninin içinde şarap da vardır.
Ahmet Rasim meze olarak sadece mevsim meyvelerini tercih ettiğini söylese de, Salah Birsel buna karşı çıkmaktadır. Ben de bu hususta Birsel'in tarafında yer aldığımı belirtiyorum. Rakının en iyi mezesinin balık olduğuna katılıyorum. Birsel her ne kadar balığın yanına tarator koymuş olsa da, bunun karidesi kalamarı var. Atlamış, ayıp etmiş. Yazıyı daha da uzatmadan burada sonlandırıyorum. Şerefe!
27 Eylül 2012
Rakı üzerine
Kendime not olsun diye bir kenara yazdıklarımı, umum ile paylaşmayalı bir hayli oldu. Zaman ve kaynak kısıtlılığından ötürü bunu gerçekleştiremedim. Askerlik sonrasında tekrardan aranızdayım, ey bizi izleyenler.
Askerdeyken tamamen tesadüf neticesinde Salah Birsel ile tanıştım. Kendisinin Salah Bey Tarihi serisini aldım ve okuduğum en keyifli denemelerden biriydi. 5 kitaptan oluşan bu seride, İstanbul'daki pek çok yeri ve içkiyi ve tarihi ve edebiyatı ve daha birçok ilginizi çekecek değişik konu başlığını bulabilirsiniz. (Raki mezeleri hakkinda yazdigim baska bir yazi icin tiklayin)
Bu yazıyı oluşturmama neden olan sözcük Birsel'in kitaplarından pek çok kere kullandığı çarmakçur.
Çarmakçur bir argo. Memleketimde kilolarca rakı içilir; kullanıldığını hiç duymadım. Bunun nedeni Ermenice kökenli olmasından ötürü sanırım. Aslı, Ermenice'de beyaz su anlamını taşıyan cermag çur sözcüğüdür.
Çarmakçur gibi bir sözcükten bihaberdim, daha da fazlası olduğunu öğrendim. Anzarot, apeki, dem, düz, duziko, imam suyu, islim, istim, pırna, pirne, piriz, piyiz, piys, süt, aslan sütü, gıravatlı, Fahrettin Kerim, Akyazılı. Bu saydıklarımın kimileri hakkında birkaç kelam edeceğim; ancak öncesinde rakı köken olarak ne anlama geliyor; onu sizlerle paylaşayım.
En bilinen içeceklerden olan rakı aslında üzüm, incir ve erik gibi meyvelerin alkolle mayalandırılarak
damıtılmasıyla elde edilen bir içkidir. Türk rakısı ve Yunan rakısı Uzo dışındakiler anason içermezler ve
hammaddelerinin adlarıyla birlikte anılırlar. Dünyada üretilen rakı çeşitlerinin bir listesi de sizlerle.
damıtılmasıyla elde edilen bir içkidir. Türk rakısı ve Yunan rakısı Uzo dışındakiler anason içermezler ve
hammaddelerinin adlarıyla birlikte anılırlar. Dünyada üretilen rakı çeşitlerinin bir listesi de sizlerle.
Rakı ne demek peki? Anasonla aromalandırılmış bir içkinin "rakı" olarak adlandırılabilmesi için özellikle
Türkiye'de üretilmiş olması, yüksek dereceli (93-94 derece) kuru ve yaş üzüm ispirtosunun
(suma) anason tohumu ile ikinci defa damıtılmasından elde edilmelidir. Bugüne kadar yayımlanmış olan ansiklopedilerin hemen hepsinde rakının bir "Türk içkisi" olduğu belirtilmektedir. Avrupa Konseyi İspirtolu İçkiler Eksperler Komitesi, rakıyı Türk içkisi olarak kabul etmektedir. Aynı Scotch viski ve Fransız konyağı gibi.
Türkiye'de üretilmiş olması, yüksek dereceli (93-94 derece) kuru ve yaş üzüm ispirtosunun
(suma) anason tohumu ile ikinci defa damıtılmasından elde edilmelidir. Bugüne kadar yayımlanmış olan ansiklopedilerin hemen hepsinde rakının bir "Türk içkisi" olduğu belirtilmektedir. Avrupa Konseyi İspirtolu İçkiler Eksperler Komitesi, rakıyı Türk içkisi olarak kabul etmektedir. Aynı Scotch viski ve Fransız konyağı gibi.
Rakı, "Araki" veya "Ariki" kelimelerinden türemiştir. Araki, Arapça'da "terleten" anlamına gelmektedir.
Araki ise Arak'tan yani "ter"den gelir. Rakı damıtılırken imbikten ter tanecikleri gibi damla damla düştüğünden
bu ismi aldığı sanılmaktadır. Eski dönemlerde rakı tutkununa Araknuş dendiği kaydedilmiştir.
Araki ise Arak'tan yani "ter"den gelir. Rakı damıtılırken imbikten ter tanecikleri gibi damla damla düştüğünden
bu ismi aldığı sanılmaktadır. Eski dönemlerde rakı tutkununa Araknuş dendiği kaydedilmiştir.
Biraz da rakıya argoda verilen adlar...
Resimdeki kişi İstanbul valilerinden Fahrettin Kerim GÖKAY. Kısa olan şahıs. Valiliğinin yanında Yeşilay başkanlığı da yapmış ve içkiye karşı verdiği mücadele vermiştir. Dönemin rakıseverleri de, valinin kısa boyuna atıfta bulunarak ufak rakıya Fahrettin Kerim adını takmışlar. Bugünkü kullanımı: Yok denecek kadar az.
O dönemin baş rakıcılarında Neyzen Tevfik ile Fahrettin Kerim arasında geçen bir konuşmayı da yeri gelmişken paylaşıyorum:
Neyzen 1953 yılında ölene kadar rakı içmeye gerekli özeni (!) göstermiş ve bu uğurda yıllarını vermiş bir kişi olarak bilinir. Sanatında son derece usta olan Neyzen, ömrünün sonuna kadar rakı içmeyi sürdürmüş, bu arada dönemin İstanbul Valisi aynı zamanda da Yeşilay Cemiyetinin başkanı olan Fahrettin Kerim Gökay’ın da yakın ilgi ve sevgisine nail olmuş. Fahrettin Kerim çeşitli zamanlarda onu içkiden kurtarma girişimlerinde bulunup, zaman zaman da Neyzen’i tedavi ettirmek için uğraşlar vermiş.
Neyzen bir gün merak etmiş ve ‘Yeşilaycıların toplantısına gitmiş. Fahrettin Kerim bu sırada içkinin zararları hakkında bir konferans vermekteymiş. ‘Efendiler, her kadeh rakı hayatınızdan bir saat kısaltır.’ Demiş. Bunun üzerine arka sıralarda oturan Neyzen gayrı ihtiyari olarak ‘Eyvah, yandık!’ diye bağırmış. Fahrettin Kerim ona dönerek ‘Hayrola, ne oldu?’ diye sorunca Neyzen, ‘daha ne olsun, sizin dediğinize göre hesap ettim de, meğerse ben öleli zaten 40 yıl olmuş!’ cevabını vermiş.
Gıravatlı. 1930'lu yıllarda üretilen ve Atatürk'ün de içmeyi sevdiği rakılar arasında bahsedilen Kulüp Rakı, halkın gıravatlı diye bahsettiği rakıydı. Türk afiş sanatı ve reklamcılığının ilk temsilcilerinden İhap Hulusi'nin
resmettiği etikette; sanatçıyı ve yakın dostu Fazıl Ahmet Aykaç'ı (dönemin milletvekillerinden) rakı
sofrasında keyifle sohbet ederken görürüz. Logonun siyasal çözümlemesini inceleyen Murat Belge'nin yazısı için tıklayın. Biz devam edelim.
Akyazılı. Argoya giren bu sözcük, köken olarak en ilgimi çeken oldu. Akyazılı sözcüğü Bektaşi bir dededen gelmekte. Evliya Çelebi, Akyazılı Sultan’ı Ahmed Yesevî’ye bağlamakta, onun Hacı Bektaş-ı Velî’nin halifelerinden olduğunu söylemekte, önce Bursa’ya oradan da Rumeli’ye geçtiğini bildirmektedir. Akyazılı Sultan âsitanesi XV.-XVI. yüzyıllardaki Rumeli’de Türk yayılışının bir hatırasıdır. Bu tekke Bulgaristan’ın Varna şehrinden Balçık kasabasına giderken Hacıoğlu Pazarcığı’nın (Şimdi Dobriç) Obroçişte köyünde bulunur. [ Âsitane kelimesi Bektaşi tekkelerinin en büyüğünü ifade etmek için kullanılmıştır. ]
Akyazılı Sultan ile ilgili muhtelif kaynaklarda şöyle belirtilmektedir: Bektaşîliğe rakıyı Akyazılı’nın soktuğu, hatta mecazî olarak içkinin “akyazılı” sözcüğüyle ifade edildiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Bektaşî dervişleriyle ilgili çalışmaların birinde “akyazı” kelimesinin karşılığı olarak “rakı, bir çeşit içki” denmektedir. Bazen beyaz şaraba da Akyazılı denildiği rivayet edilir. Bektaşilerce Akyazılı, hem bir Bektaşi dervişidir; hem de rakıya verilen addır.
Aslan sütü. Aslan sütü adının, eski küplü meyhanelerden geldiği bildirilmiştir. Galata'daki meyhanelerde fıçı yerine içinde adamın başının görülemeyeceği büyüklükte küpler olduğundan bunlara "küplü" adı verilmekteydi. Rakı, bu meyhanelerde aslan kabartmalı küplerde bulunduğundan aslan sütü olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca berrak ve saydam olan rakıya su katıldığında alkol derecesi 37-38 dereceden aşağıya düştüğünde süt beyazına benzer bir hale gelmesinin de katkısının olabileceği belirtilmiştir.
Sermet Muhtar Alus'un rakı ile ilgili yazdıkları ise şöyle:
Rakının eskiden türlü adları vardı. “Vakti kerahet * gelip çilingir sofrasının önüne oturan paşalar beyler,teklifli misafirleriyle ukalâ ukalâ sohbeti tutturdukları” ve edebiyattan dem vurdukları sıralar, biraz da şiirlerden el alarak şarabın (bade, mey, sahba gibi) sıfatlarını rakıya yakıştırırlarmış.Dini bütün ve sofu kişiler ise esas haram olanın şarap olduğunu, rakıya dair bir açıklama bulunmadığını söyleyip imam suyu ve ilaç adını kullanırlarmış. Külhanbeyler cin suyu, anzarot, pırnık; Ermeniler çarmakçur, Rumlar düziko, Yahudiler raki derlermiş. Eh, haliyle “akşam yemeğini gece yarılarına kadar beklemekten, buram buram ekşi nefesten, yatağa girince bombort gibi horultudan” aman demiş olan İstanbul kadını da zıkkım adını yakıştırırmış rakıya!
(*) Rakı genel olarak akşam içkisidir. İçkicilerin "kerahat vakti" dedikleri akşamüzeri saatlerinde yavaş yavaş vaktin geldiği kabul edilir. Kerahat , kötülük anlamına gelse de mezesi, rakısı ve sohbetiyle akşamcılara çilingir sofrasını hatırlattığı belirtilmiştir
Geriye kalan diğer rakı argosu için raki.buyukkeyif.com sitesinden aldığım bir kesit ile yazımı bitiriyorum. Hepiniz için şerefe...
Serince bir sonbahar akşamıydı. Sert bir rüzgar esiyordu dışarıda.
Küçük Ekspres meyhanesinin kuytu bir köşesine çöreklenmiş, aheste aheste
demleniyordum. Semaverin üstündeki çaydanlıkta demlenen çay misali…
Birden Asabi Müştak girdi içeri. Bir şeylere sinirlendiği her halinden
belli oluyordu. “Hayırlı akşamlar, sofranız bereketli olsun” diye
seslendi meyhanedekilere. Yanındaki Manzara İsmail de aynı dileklerde
bulundu. Asabi Müştak ne kadar hırçın bir bıçkın ise, Manzara İsmail de o
kadar munis ve halim selimdi…
Ayrıca, bu aleme takılmazdı pek. Acemisiydi rindan sofralarının. Bilmezdi rakının örfünü adetini hiç. Şaşırdım. Bunun ne işi var burada dedim içimden. Yanı başımdaki masaya oturdular. İster istemez kulak misafiri oldum kendilerine. Asabi Müştak daha masaya oturur oturmaz Manzara İsmail’e dönerek, “Haydi bir papaz uçuralım gırgırına, güllüm atalım” dedi hafifçe sırıtarak. Başladı argolu sohbet.
- Beleşe yatmadan, otlamadan, helalinden cümbüşleyelim… Çakıştıralım, çekizleyelim, dipleyelim, gagayı ıslatalım… Ama, ne ibiş olalım, ne de zurna. Cıvataları gevşetelim, kıkırdayalım, gıcırdatarak makaraları çekelim, gevşetelim… Kafaları dumanlarken, habeye kayalım. Şenliğe yumulup adabıyla zilliği kıralım… Anzarot sofrası mancasız olmuyor…
- Anzarot mu?
- Evet, anzarot sofrası, rakı sofrası mezesiz olmuyor.
- Akyazılıyı, Fahrettin Kerim’i duydum ama anzarotu duymamıştım.
- Anzarottan başka, rakıya, apeki, çarmak, çarmakçur, dem, duziko, düz, imam suyu, islim, istim, pırna, pirne, piriz, piyiz, piys ve süt de denir.
- Gıravatlıyı, yani “Kulüp Rakısı”nı anladım ama, çarmakçur, düz., duziko da nereden çıktı?..
- Ermeni barbalar çarmakçur demişler rakıya herhalde… Düz yani anasonsuz rakı Balkanlardan bir hatıra… Anzarot ise kalitesi iyi olmayan rakı için kullanılmış.
- Bak meyhaneci geliyor!..
- Ortacı!..
- Safa geldiniz efendim!..
- Safa bulduk… Bize bir küçük getir, biraz da meze.
- Baş üstüne efendim.
- Temin rakının bir adının da piyiz olduğunu söyledin, ben piyizi yemek olarak biliyordum.
- Yoo.. Piyiz içkiye denir, antifiriz, cila, islim, istim, mazot, tabanca, ustura, menekşe, mor gibi…
- Mor mu?..
- Mor, yani mavi ispirto…Mavi ispirto müptelaları ona menekşe de derdi.
- Peki cila nedir ki?..
- Sert bir içkiden sonra içilen daha hafif içki… Mesela bazıları “Rakıya birayla cila çek, gogoya baklavayla” der. Hakikaten rakıdan sonra buz gibi bir bira iyi gider, yakışır…
- Ya tabanca?
- Tabanca tabirini bitirim ve bıçkınlar konyak veya kanyak için kullanırlar.Küçük cep kanyağı için. Biliyorsun yeni yetmeler de “Coca Cola”ya “Amerikan Suyu” diyorlar, benzetme…
- Bak ilerdeki şu şişman çok sarhoş olmuş galiba?
- O mu?.. Onun lakabı fıçıdır. Vantuz… Adam rakıyı içmez, emer…Sohbeti de hiç çekilmez, geyik muhabbetine yatar hep.
- Ya yanındaki, zırt fırt içiyor, haftaym bile vermiyor.
- O fondipçi’dir, birazdan göreceksin fitil olacak. Mezeler hiç fena değil… Kıyak...
Ayrıca, bu aleme takılmazdı pek. Acemisiydi rindan sofralarının. Bilmezdi rakının örfünü adetini hiç. Şaşırdım. Bunun ne işi var burada dedim içimden. Yanı başımdaki masaya oturdular. İster istemez kulak misafiri oldum kendilerine. Asabi Müştak daha masaya oturur oturmaz Manzara İsmail’e dönerek, “Haydi bir papaz uçuralım gırgırına, güllüm atalım” dedi hafifçe sırıtarak. Başladı argolu sohbet.
- Beleşe yatmadan, otlamadan, helalinden cümbüşleyelim… Çakıştıralım, çekizleyelim, dipleyelim, gagayı ıslatalım… Ama, ne ibiş olalım, ne de zurna. Cıvataları gevşetelim, kıkırdayalım, gıcırdatarak makaraları çekelim, gevşetelim… Kafaları dumanlarken, habeye kayalım. Şenliğe yumulup adabıyla zilliği kıralım… Anzarot sofrası mancasız olmuyor…
- Anzarot mu?
- Evet, anzarot sofrası, rakı sofrası mezesiz olmuyor.
- Akyazılıyı, Fahrettin Kerim’i duydum ama anzarotu duymamıştım.
- Anzarottan başka, rakıya, apeki, çarmak, çarmakçur, dem, duziko, düz, imam suyu, islim, istim, pırna, pirne, piriz, piyiz, piys ve süt de denir.
- Gıravatlıyı, yani “Kulüp Rakısı”nı anladım ama, çarmakçur, düz., duziko da nereden çıktı?..
- Ermeni barbalar çarmakçur demişler rakıya herhalde… Düz yani anasonsuz rakı Balkanlardan bir hatıra… Anzarot ise kalitesi iyi olmayan rakı için kullanılmış.
- Bak meyhaneci geliyor!..
- Ortacı!..
- Safa geldiniz efendim!..
- Safa bulduk… Bize bir küçük getir, biraz da meze.
- Baş üstüne efendim.
- Temin rakının bir adının da piyiz olduğunu söyledin, ben piyizi yemek olarak biliyordum.
- Yoo.. Piyiz içkiye denir, antifiriz, cila, islim, istim, mazot, tabanca, ustura, menekşe, mor gibi…
- Mor mu?..
- Mor, yani mavi ispirto…Mavi ispirto müptelaları ona menekşe de derdi.
- Peki cila nedir ki?..
- Sert bir içkiden sonra içilen daha hafif içki… Mesela bazıları “Rakıya birayla cila çek, gogoya baklavayla” der. Hakikaten rakıdan sonra buz gibi bir bira iyi gider, yakışır…
- Ya tabanca?
- Tabanca tabirini bitirim ve bıçkınlar konyak veya kanyak için kullanırlar.Küçük cep kanyağı için. Biliyorsun yeni yetmeler de “Coca Cola”ya “Amerikan Suyu” diyorlar, benzetme…
- Bak ilerdeki şu şişman çok sarhoş olmuş galiba?
- O mu?.. Onun lakabı fıçıdır. Vantuz… Adam rakıyı içmez, emer…Sohbeti de hiç çekilmez, geyik muhabbetine yatar hep.
- Ya yanındaki, zırt fırt içiyor, haftaym bile vermiyor.
- O fondipçi’dir, birazdan göreceksin fitil olacak. Mezeler hiç fena değil… Kıyak...
22 Mart 2012
BJK İnönü Stadı ve tarihçesi
Geçtiğimiz bölüm Gençsubaylar'da... Vişnelitekke sokakta, şairler parkında, maç öncesi stad etrafında takılanlar var. Sonra stada yürüyorlar Dolmabahçe Sarayı'na paralel şekilde. Stad ama bayağı ilginç. Tarihte eşi benzeri görülmemiş mevkii olarak. Karşısında imparatorluk sarayı olan bir tesis. Planlama dehası.
Zamanında İnönü, Dolmabahçe ve Mithat Paşa olarak da anılan BJK İnönü Stadı, bir ara günümüz 'endüstriyel' ve 'sermaye bağımlısı' spor devrinde, önüne sponsor da aldı. (Fiyapı) İşbu yazıda Türkiye'nin güzide spor külüplerinden Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün maçlarını oynadığı stadyumunun tarihçesini, Osmanlı'daki dergahlar-tekkeler, saraylar, kışlalar ve birazcık da politika yardımıyla kaleme alacağım. Şehrin tarihi yerlerinde ufak bir gezintiye hazır olun.
Ön not: Şahsi ve nafile bir çabanın sonucu oluşturduğum bir denemedir. Pek çok farklı kaynakta okuduklarım ve gazete yazılarında gördüklerim taraflı- tarafsız olabilir. Bulduğum fotoğrafların da yardımıyla kendi düşünce süzgecimden geçirerek sentezlediğim yazı için derin bir nefes alın. Çünkü biraz uzun olacak.
İstanbul'daki eski yerleşim birimlerinde gördüğüm tarihi yapılar ve bu yapıların bulunduğu sokak ve mahalle adları benim için her zaman ilgi çekici birer okuma- araştırma konusu olmuştur. Bundaki en büyük sebep, eski yerlerin adlarının da şu anda kullandığımız veya kullanmadığımız sözcüklere ipucu vermesidir ve geçmişe ışık tutmasıdır.
Hikaye, cami duvarına işemek söz öbeği ile başlıyor. Yeri gelmişken atasözünün orjinali eceli gelen it cami duvarına işermiş olduğunu ara not olarak vereyim. Yukarıdaki camii bulunduğu mahalleye de adını veren Vişnezade Camii. Her ne kadar maç öncesi 'piiz'lenenler camiinin duvarına gidip işemese de, camiiyi çevreleyen duvara izlerini bırakıyorlar. Bu camiinin banisi kimdir, tarihi nedir diye merak ettim ben de. Başladım araştırmaya.
Bilmeyenler için -zade, Farsça'da oğlu; doğmuş anlamına geliyor. Buradan camiinin banisinin Vişne diye birinin oğlu olduğunu anlıyoruz. Yani aslında böyle anlamıyoruz, çünkü Türkçe'de Vişne diye isim olmaz. Olsa olsa lakab olur. Camiinin kurucusu Mehmet İzzet Efendi, babası da Vişne Lütfullah Efendi. Önemli bir aileye mensublar. Zira Vişnezade'nin dedesi 3 padişah döneminde (I. Mustafa, IV. Murat ve I. İbrahim) şeyhülislamlık yapan Zekeriyazade Yahya Efendi. Dedenin babası da III. Murat döneminde şeyhülislamlık yapan Bayramzade Zekeriya Efendi. Şecereleri Hacı Bayram Veli'ye kadar gidiyor ve Mevlevilikle ile bağlar oluşuyor. Bayağı köklü bir aile anlayacağınız. Bu kökler sayesinde Beşiktaş stadına geleceğiz. Biraz sabır.
Beşiktaş Mevlevihane'si ve Çırağan Sarayı eksenli bölüme geçmeden önce Zekeriyazade Yahya Efendi'nin bir gazelini sizlerle paylaşıyorum. O zamanın çarşısı, o zaman da her şeye karşıymış.
“Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..”
Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakârlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakâr..
Özellikle IV. Murat döneminin dinamiklerini anlamak ve Zekeriyazade Yahya Efendi ile ilgili yazılıp çizilenleri bulmak ise bu noktadan sonra okuyucunun sorumluluğundadır. Ben artık Beşiktaş ilçe sınırları içerisindeki başka bir Yahya Efendi'ye (nam-ı diğer Beşiktaşi Yahya Efendi) geçiyorum.
Yahya Efendi Camii, Çırağan'ı Ortaköy yönünde biraz geçince Ziya Kalkavan Denizcilik Lisesi'nin arkasında konuşlanmıştır ve Yıldız tepelerine Yahya Efendi tarafından bizzat inşa ettiği söylenir. Bu arada 1925 yılında tekke ve zaviyelerin tasfiyesi münasebetiyle tüm bu oluşumlar artık camii olarak adlandırılıyor. Aslında bir dergah. Ara not olarak bulunsun.
Yahya Efendi hakkında çok dallanıp budaklanan hikayeler mevcut. Mezarlığına defnedilen ailelerden tutun, Yahya Efendi'nin sergilediği mucizelere, Osmanlı hanedanının bu dergahı el üstünde tutmasından günümüz politikacılarının hala buraya ziyarette bulunmasına kadar. Bendeniz bu hikayelerden birkaç ilginç olanını yazıya dahil ediyorum.
Kendisi Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşi. Yahya Efendi'nin annesi Trabzonlu Afife Hatun, Sultan'ı da emzirmiş. Yahya Efendi'nin Beykoz sırtlarındaki Hz. Yuşa türbesini keşfettiği rivayet ediliyor. Bugün bile araba ile gitmek çok zor olan bu yere bundan 500 yıl önce gidip bulması takdir-e şayan.(Meraklısı için: Hz. Yuşa, Hz. Musa'nın yeğenidir- kız kardeşinin oğlu) Yahya Efendi mezarlığına defnedilmek istenen ama olmayan kişilerden birinin Zübeyde Hanım olduğu söyleniyor. Ebedi istirahatgahı buradan olan ve beni Beşiktaş Stadı'na yönlendiren şahıs ise Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa.
Ohri dediğimiz yer bugün Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve göl kenarında olan bir şehir. 15. yüzyıl Osmanlı gezginlerimizden Evliya Çelebi aktardıkları ile desteklenen bir efsaneye göre Ohri, yılın her bir gününü temsil eden 365 farklı kiliseye ev sahipliği yapıyordu. Bu şehirden olan Hüseyin Paşa ise, Genç Osman zamanında sadrazamlık yapıyor ve Genç Osman'a karşı ayaklanan yeniçeriler tarafından öldürülüyor. Sadrazam olmadan önce kaptanıderyalık da yapan Hüseyin Paşa'nın Beşiktaş Mevlevihanesi'ni 1613 yılında yaptırmasının hikayesi şöyle anlatılır:
"Kaptan-ı Derya Ohri’li Hüseyin Paşa Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu’ya uğramış ve Gelibolu Mevlevihanesi Şeyhi Agazade Mehmet Dede’yi ziyaret etmeyi unutmuştur. İstanbul’a hareketinde şiddetli bir fırtınaya tutulmuş ve geriye dönmek zorunda kalmıştır. Tekrar Gelibolu’ya geldiğinde deniz sakinleşmiş, yeniden hareket ettiğinde fırtına başlamıştır. Bunu bir gönül kırıklığına bağlayan Hüseyin Paşa “galiba Gelibolu erenlerinden birini ziyaret etmeyi unuttuk” diyerek sorup, soruşturmuş ve Mehmet Dede’yi ziyaret etmediğini öğrenmiştir. Bunun üzerine Mehmet Dede’ye giderek kusurunun bağışlanmasını istemiştir. O da donanmanın Marmara’ya açılması için dua etmiş ve Paşa’ya bir daha fırtına ile karşılaşmayacağını söylemiştir. Bunun ardından da yakında Sadaret mührü ile payelendirileceğini, sonra da saraya damat olacağını müjdelemiştir. Gerçekten de Ohrili Hüseyin Paşa İstanbul’a dönüşünde sadrazamlığa yükselmiş, bir süre sonra da damatlık O'na layık görülmüştür. Ohrili Hüseyin Paşa, bütün bunları Agazade Mehmet Dede’nin kerametine bağlamış ve bir şükran borcu olarak da Beşiktaş Mevlevihanesini yaptırmıştır." (kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı)
İşte bu Beşiktaş Mevlevihanesi'nin inşa edildiği yer 300 yıl sonra BJK Şeref Stadı'na da ev sahipliği yapacaktı!
Yazının ilk bölümünün sonuna geldik. Şeref Stadı'na veya o zamanki adıyla Şeref Stadyom'una yazının ikinci bölümünde değineceğim. Ama evvelinde, yazının devre arasında, Mevlevihane'nin makus talihi ve hüzünlü hikayesi. Bu hikaye sayesindedir ki BJK'nin kiraladığı Taksim Stadı'na geçiş yapacağım. Taksim Stadı sayesindedir ki İnönü Stadyom'undan bahsedeceğim.
Beşiktaş Mevlevihanesi'nin ilk kurulduğu yerden taşınma sebebini bu paragrafın sonunda vereceğim. Akıbetini de en başta. Bugün günümüzde Beşiktaş Mevlevihanesi yok. En son taşındığı yer olan Eyüp Bahariye'deki yapı belirli aralıklar ile yıktırılmış veya bakımsızlıktan kendiliğinden yıkılmıştır. Tekrardan Beşiktaş'a döner isek, buradan sonraki durak geçici bir süreliğine Fındıklı'daki bir konak olmuştur.
Fındıklı macerasını ise Maçka'da yeni yaptırılan dergaha taşınma izler. Bugün İTÜ yönetim fakültesinin bulunduğu yerleşkenin içinde inşa edilen dergah, buradan da kısa bir süre sonra sene 1873'te Eyüp'teki nihai ve son durağına geçmiştir. Maçka'daki dergahın yapıldığı yere buradan sonra kabaca kışla diyeceğim. Maçka Silahhanesi (kışla) inşa edilmeye karar verilince mecburen Mevlevihane tekrardan taşınmak durumunda kalmıştır.
Abdülmecid döneminden beri padişahların ve sultanların saraylarını, imparatorluğun göz önündeki yapılarını tasarlayan ve inşa eden Balyan ailesi Maçka Silahhanesine de imzalarını atmışlardır. Balyan ailesinin yaptığı verdiği tüm eserler için buyrun size bir de bağlantı. Aynı ailenin yaptığı diğer bir eser Beşiktaş Mevlevihanesi'ni ilk kurulduğu yerden ettiği gibi Şeref Stadyom'unun da temellerini atmıştı aslında. Balyanların o eseri Abdülaziz'in emriyle inşa edilen Çırağan Sarayı idi!
Çırağan Sarayı'nın tarihi Abdülaziz'den de eskilere dayanıyor; ancak Şeref Stadı olmadan önceki haline dönüştürme emrini veren padişah Abdülaziz olduğundan bu yazı özelinde sadece kendisi ile ilgili kısmı yazıyorum. Mevlevihanenin yıkılmasının uğursuzluk getireceğinin halk arasında sıkça konuşulması üzerine ciddi paralar harcanarak yaptırılan sarayda daha sonra oturmamıştır bile Abdülaziz. Bu arada Çırağan sözcüğü Farsça'da ışık anlamına geliyor. Lale Devri döneminde meşale şenliklerinin yapıldığı muhit olduğundan ötürü bu ad verilmiş.
Abdülaziz'den sonra tahta geçen V. Murat'ın 3 ay süren saltanatlığı bittikten sonra, akli dengesinin kaybettiği öne sürülen padişaha ev sahipliği yapmıştır Çırağan Sarayı'nın Harem bölümü. (Günümüzde Beşiktaş Lisesi olarak biliyoruz bu yapıyı.)Velhasıl kelam, hem II. Abdülhamit'in kuruntu yapmasından hem de o o yıllarda her padişahın kendi sarayını inşa ettirmesi geleneğinden ötürü II. Abdülhamit de Çırağan Sarayı'nda oturmamıştır. (V. Murat'tan sonra tahta çıkarılmıştır) En nihayetinde 1910 yılında çıkan yangın ile Çırağan Sarayı, içindeki çok değerli koleksiyon ve antikalar ile beraber çıra gibi yanmıştır.
Bu özel yapının kaldırılması kararının arkasında 1930 yıllarda çıkarılan Belediye Kanunu ile görevlendirilen ve Taksim Stadı'nın modernleştirilmiş halini Atatürk'ün vefatından sonra imar etmek ile sorumlu Fransız Henri Prost vardır. O yılların belediye başkanı ise Dr. Lütfi Kırdar'dır. Taksim Kışlası'nın yıkılmasına denk gelen yıllar krallıkların ve imparatorlukların çatırdadığı, Hitler Almanya'sı ile Mussolini İtalya'sı gibi totaliter rejimlerin yükselişte olduğu zamanlardır. Her ne kadar çok partili sisteme eğreti olarak da geçmeyi denese de toy cumhuriyet, o yıllarda yönetimdeki tek parti idi.
Türkiye Cumhuriyeti'nin gücünü gösterme ihtiyacı hissetiğini düşünüyorum bu noktada. Zira 1936 yılındaki Berlin Olimpiyatları Almanya için gövde gösterisi niteliğinde geçmiştir. Görkemli stadyumların inşaası, buralarda düzenlenen törenler,geçitler ve spor müsabakaları uluslararası platformda o ülkenin gücünü ve saygınlığını ortaya koyan başlıca kıstaslar olarak kabul edilir. Taksim Stadı'nın yıkılmasının böyle bir boyutu var. Zira kışladan çevrilme, zorlamadan bir stadyum. Politik içeriklere girersem yazının uzunluğu iyice abartı olacak; ancak bu konu hakkında ucundan da olsa girmem gerektiğini hissediyorum.
Stadın Dolmabahçe Sarayı’na bakan yüzünde büyük bir demir kapı yapılacak, bu kapının her iki yanındaki duvarlar tunç rölyeflerle süslenecektir. Bu demir kapı iki yana açıldığında, sağ ve sol tarafta Milli Şef’in Türk gençliğine hitabeleri yer alacaktır. Tunç rölyeflerle süslenen duvarlarla, üzeri kapalı olacak iki tribünün birleştiği noktalara, iki kule inşa edilecek ve bu kulelerin üzerinde de disk ve cirit atan sporcu heykelleri yer alacaktır. Ayrıca stadın gaz şirketi tarafında kalan tribünün arkasındaki alan yeniden düzenlenecek burada tenis kortları yapılacaktır.
Zamanında İnönü, Dolmabahçe ve Mithat Paşa olarak da anılan BJK İnönü Stadı, bir ara günümüz 'endüstriyel' ve 'sermaye bağımlısı' spor devrinde, önüne sponsor da aldı. (Fiyapı) İşbu yazıda Türkiye'nin güzide spor külüplerinden Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün maçlarını oynadığı stadyumunun tarihçesini, Osmanlı'daki dergahlar-tekkeler, saraylar, kışlalar ve birazcık da politika yardımıyla kaleme alacağım. Şehrin tarihi yerlerinde ufak bir gezintiye hazır olun.
Ön not: Şahsi ve nafile bir çabanın sonucu oluşturduğum bir denemedir. Pek çok farklı kaynakta okuduklarım ve gazete yazılarında gördüklerim taraflı- tarafsız olabilir. Bulduğum fotoğrafların da yardımıyla kendi düşünce süzgecimden geçirerek sentezlediğim yazı için derin bir nefes alın. Çünkü biraz uzun olacak.
İstanbul'daki eski yerleşim birimlerinde gördüğüm tarihi yapılar ve bu yapıların bulunduğu sokak ve mahalle adları benim için her zaman ilgi çekici birer okuma- araştırma konusu olmuştur. Bundaki en büyük sebep, eski yerlerin adlarının da şu anda kullandığımız veya kullanmadığımız sözcüklere ipucu vermesidir ve geçmişe ışık tutmasıdır.
Hikaye, cami duvarına işemek söz öbeği ile başlıyor. Yeri gelmişken atasözünün orjinali eceli gelen it cami duvarına işermiş olduğunu ara not olarak vereyim. Yukarıdaki camii bulunduğu mahalleye de adını veren Vişnezade Camii. Her ne kadar maç öncesi 'piiz'lenenler camiinin duvarına gidip işemese de, camiiyi çevreleyen duvara izlerini bırakıyorlar. Bu camiinin banisi kimdir, tarihi nedir diye merak ettim ben de. Başladım araştırmaya.
Bilmeyenler için -zade, Farsça'da oğlu; doğmuş anlamına geliyor. Buradan camiinin banisinin Vişne diye birinin oğlu olduğunu anlıyoruz. Yani aslında böyle anlamıyoruz, çünkü Türkçe'de Vişne diye isim olmaz. Olsa olsa lakab olur. Camiinin kurucusu Mehmet İzzet Efendi, babası da Vişne Lütfullah Efendi. Önemli bir aileye mensublar. Zira Vişnezade'nin dedesi 3 padişah döneminde (I. Mustafa, IV. Murat ve I. İbrahim) şeyhülislamlık yapan Zekeriyazade Yahya Efendi. Dedenin babası da III. Murat döneminde şeyhülislamlık yapan Bayramzade Zekeriya Efendi. Şecereleri Hacı Bayram Veli'ye kadar gidiyor ve Mevlevilikle ile bağlar oluşuyor. Bayağı köklü bir aile anlayacağınız. Bu kökler sayesinde Beşiktaş stadına geleceğiz. Biraz sabır.
Beşiktaş Mevlevihane'si ve Çırağan Sarayı eksenli bölüme geçmeden önce Zekeriyazade Yahya Efendi'nin bir gazelini sizlerle paylaşıyorum. O zamanın çarşısı, o zaman da her şeye karşıymış.
“Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..”
Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakârlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakâr..
Özellikle IV. Murat döneminin dinamiklerini anlamak ve Zekeriyazade Yahya Efendi ile ilgili yazılıp çizilenleri bulmak ise bu noktadan sonra okuyucunun sorumluluğundadır. Ben artık Beşiktaş ilçe sınırları içerisindeki başka bir Yahya Efendi'ye (nam-ı diğer Beşiktaşi Yahya Efendi) geçiyorum.
Yahya Efendi Camii, Çırağan'ı Ortaköy yönünde biraz geçince Ziya Kalkavan Denizcilik Lisesi'nin arkasında konuşlanmıştır ve Yıldız tepelerine Yahya Efendi tarafından bizzat inşa ettiği söylenir. Bu arada 1925 yılında tekke ve zaviyelerin tasfiyesi münasebetiyle tüm bu oluşumlar artık camii olarak adlandırılıyor. Aslında bir dergah. Ara not olarak bulunsun.
Yahya Efendi hakkında çok dallanıp budaklanan hikayeler mevcut. Mezarlığına defnedilen ailelerden tutun, Yahya Efendi'nin sergilediği mucizelere, Osmanlı hanedanının bu dergahı el üstünde tutmasından günümüz politikacılarının hala buraya ziyarette bulunmasına kadar. Bendeniz bu hikayelerden birkaç ilginç olanını yazıya dahil ediyorum.
Kendisi Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşi. Yahya Efendi'nin annesi Trabzonlu Afife Hatun, Sultan'ı da emzirmiş. Yahya Efendi'nin Beykoz sırtlarındaki Hz. Yuşa türbesini keşfettiği rivayet ediliyor. Bugün bile araba ile gitmek çok zor olan bu yere bundan 500 yıl önce gidip bulması takdir-e şayan.(Meraklısı için: Hz. Yuşa, Hz. Musa'nın yeğenidir- kız kardeşinin oğlu) Yahya Efendi mezarlığına defnedilmek istenen ama olmayan kişilerden birinin Zübeyde Hanım olduğu söyleniyor. Ebedi istirahatgahı buradan olan ve beni Beşiktaş Stadı'na yönlendiren şahıs ise Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa.
Ohri dediğimiz yer bugün Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve göl kenarında olan bir şehir. 15. yüzyıl Osmanlı gezginlerimizden Evliya Çelebi aktardıkları ile desteklenen bir efsaneye göre Ohri, yılın her bir gününü temsil eden 365 farklı kiliseye ev sahipliği yapıyordu. Bu şehirden olan Hüseyin Paşa ise, Genç Osman zamanında sadrazamlık yapıyor ve Genç Osman'a karşı ayaklanan yeniçeriler tarafından öldürülüyor. Sadrazam olmadan önce kaptanıderyalık da yapan Hüseyin Paşa'nın Beşiktaş Mevlevihanesi'ni 1613 yılında yaptırmasının hikayesi şöyle anlatılır:
"Kaptan-ı Derya Ohri’li Hüseyin Paşa Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu’ya uğramış ve Gelibolu Mevlevihanesi Şeyhi Agazade Mehmet Dede’yi ziyaret etmeyi unutmuştur. İstanbul’a hareketinde şiddetli bir fırtınaya tutulmuş ve geriye dönmek zorunda kalmıştır. Tekrar Gelibolu’ya geldiğinde deniz sakinleşmiş, yeniden hareket ettiğinde fırtına başlamıştır. Bunu bir gönül kırıklığına bağlayan Hüseyin Paşa “galiba Gelibolu erenlerinden birini ziyaret etmeyi unuttuk” diyerek sorup, soruşturmuş ve Mehmet Dede’yi ziyaret etmediğini öğrenmiştir. Bunun üzerine Mehmet Dede’ye giderek kusurunun bağışlanmasını istemiştir. O da donanmanın Marmara’ya açılması için dua etmiş ve Paşa’ya bir daha fırtına ile karşılaşmayacağını söylemiştir. Bunun ardından da yakında Sadaret mührü ile payelendirileceğini, sonra da saraya damat olacağını müjdelemiştir. Gerçekten de Ohrili Hüseyin Paşa İstanbul’a dönüşünde sadrazamlığa yükselmiş, bir süre sonra da damatlık O'na layık görülmüştür. Ohrili Hüseyin Paşa, bütün bunları Agazade Mehmet Dede’nin kerametine bağlamış ve bir şükran borcu olarak da Beşiktaş Mevlevihanesini yaptırmıştır." (kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı)
İşte bu Beşiktaş Mevlevihanesi'nin inşa edildiği yer 300 yıl sonra BJK Şeref Stadı'na da ev sahipliği yapacaktı!
Yazının ilk bölümünün sonuna geldik. Şeref Stadı'na veya o zamanki adıyla Şeref Stadyom'una yazının ikinci bölümünde değineceğim. Ama evvelinde, yazının devre arasında, Mevlevihane'nin makus talihi ve hüzünlü hikayesi. Bu hikaye sayesindedir ki BJK'nin kiraladığı Taksim Stadı'na geçiş yapacağım. Taksim Stadı sayesindedir ki İnönü Stadyom'undan bahsedeceğim.
Beşiktaş Mevlevihanesi'nin ilk kurulduğu yerden taşınma sebebini bu paragrafın sonunda vereceğim. Akıbetini de en başta. Bugün günümüzde Beşiktaş Mevlevihanesi yok. En son taşındığı yer olan Eyüp Bahariye'deki yapı belirli aralıklar ile yıktırılmış veya bakımsızlıktan kendiliğinden yıkılmıştır. Tekrardan Beşiktaş'a döner isek, buradan sonraki durak geçici bir süreliğine Fındıklı'daki bir konak olmuştur.
Fındıklı macerasını ise Maçka'da yeni yaptırılan dergaha taşınma izler. Bugün İTÜ yönetim fakültesinin bulunduğu yerleşkenin içinde inşa edilen dergah, buradan da kısa bir süre sonra sene 1873'te Eyüp'teki nihai ve son durağına geçmiştir. Maçka'daki dergahın yapıldığı yere buradan sonra kabaca kışla diyeceğim. Maçka Silahhanesi (kışla) inşa edilmeye karar verilince mecburen Mevlevihane tekrardan taşınmak durumunda kalmıştır.
Abdülmecid döneminden beri padişahların ve sultanların saraylarını, imparatorluğun göz önündeki yapılarını tasarlayan ve inşa eden Balyan ailesi Maçka Silahhanesine de imzalarını atmışlardır. Balyan ailesinin yaptığı verdiği tüm eserler için buyrun size bir de bağlantı. Aynı ailenin yaptığı diğer bir eser Beşiktaş Mevlevihanesi'ni ilk kurulduğu yerden ettiği gibi Şeref Stadyom'unun da temellerini atmıştı aslında. Balyanların o eseri Abdülaziz'in emriyle inşa edilen Çırağan Sarayı idi!
Çırağan Sarayı'nın tarihi Abdülaziz'den de eskilere dayanıyor; ancak Şeref Stadı olmadan önceki haline dönüştürme emrini veren padişah Abdülaziz olduğundan bu yazı özelinde sadece kendisi ile ilgili kısmı yazıyorum. Mevlevihanenin yıkılmasının uğursuzluk getireceğinin halk arasında sıkça konuşulması üzerine ciddi paralar harcanarak yaptırılan sarayda daha sonra oturmamıştır bile Abdülaziz. Bu arada Çırağan sözcüğü Farsça'da ışık anlamına geliyor. Lale Devri döneminde meşale şenliklerinin yapıldığı muhit olduğundan ötürü bu ad verilmiş.
Abdülaziz'den sonra tahta geçen V. Murat'ın 3 ay süren saltanatlığı bittikten sonra, akli dengesinin kaybettiği öne sürülen padişaha ev sahipliği yapmıştır Çırağan Sarayı'nın Harem bölümü. (Günümüzde Beşiktaş Lisesi olarak biliyoruz bu yapıyı.)Velhasıl kelam, hem II. Abdülhamit'in kuruntu yapmasından hem de o o yıllarda her padişahın kendi sarayını inşa ettirmesi geleneğinden ötürü II. Abdülhamit de Çırağan Sarayı'nda oturmamıştır. (V. Murat'tan sonra tahta çıkarılmıştır) En nihayetinde 1910 yılında çıkan yangın ile Çırağan Sarayı, içindeki çok değerli koleksiyon ve antikalar ile beraber çıra gibi yanmıştır.
Buradan sonrası Şeref Stadyom'unun tarihçesini ve resimlerini içeren wowTurkey sitesinden alıntıdır:
"Beşiktaş, 1924 yılına kadar müsabakalarını semt statlarında oynadı. Siyah-Beyazlı camiaya futbolu getiren isim olan
Şeref Bey, Çırağan Sarayı'nın bahçesinin Beşiktaş için ideal bir ortam
olduğuna karar vererek, 1932'de buranın Beşiktaş'a tahsis edilmesini
sağladı. 99 yıllığına hükümetten
kiralanan Çırağan Sarayı, büyük bir yangın sonrası kullanılmaz hale
gelmişti. Şeref Bey'in girişimleriyle ağaçların kesilmesiyle ve ardından gerekli tadilatın yapılmasıyla
birlikte Beşiktaş, burayı kendi stadı olarak 1933 Eylül'ünden itibaren
kullanmaya başladı. Stadın ismi de bu stadın açılışına ömrü yetmeyen ve
genç yaşta vefat eden Şeref Bey'in anısına, Şeref Stadyomu olarak kabul edildi.
Şeref Stadı 6 bini kapalı, 4 bini açık olmak
üzere toplam 10 bin kişinin maç izleyebileceği tribünlere sahipti.
Beşiktaş, 1947'de İnönü Stadı açılana kadar maçlarını burada oynadı.
Stad daha sonra antrenman, özel maçlar, Türkiye 2. ve 3. Lig maçları ile
Amatör Küme karşılaşmalarında da kullanıldı.
2031 yılına kadar bu stadı kullanım hakkına sahip
olan Beşiktaş, Fulya'daki antrenman tesisleri karşılığında yerini 5
yıldızlı otele devretti. En son 2006'da renovasyona giren otel bugün Çırağan Sarayı Kempinski Otel olarak hizmet vermektedir."
Beşiktaş Mevlevihanesi ile BJK arasındaki stad ilişkisinin ikinci perdesi böylelikle kapanmış oldu. Balyan ailesinin yaptığı bir eser ile BJK stadı arasındaki ilişki de aynı celsede sona erdi. Bu yazının kurgusundan ötürü önce ikinci perdeyi verdik. İlk perde ise bir önceki paragrafta bahsi geçen semt stadları ile başlıyor. Bunların en meşhuru ise Beşiktaş'ın da kiralayanların arasında olduğu ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında neredeyse her Türk takımının bir kere de olsa maç yaptığı Taksim Stadı.
Taksim Stadı aslında bir kışla olarak inşa edilmiş. III. Selim zamanında. Mimarı ve müteahhati yine Balyan ailesinin bir ferdi. Son dönemde adı daha sık bir şekilde anılmayan başlandı Taksim Kışlası'nın. Kışlanın yeri bugün Taksim Gezi Parkı'nı ve Ceylan Intercontinental'ı kapsıyor. Taksim Meydanı hakkında AKM ile başlayan tartışmalar, kışlanın 1940'ta yıkılan haline uygun etrafı ile bütünlük halinde tekrardan yapılacağının duyulması ile yeniden alevlendi. Yapılacak proje neticesinde meydanın trafiği yeraltına alınacak ve yeniden inşa edilecek Taksim Kışlası'nın kültür merkezi ve sanat galerisi olması sağlanacak. En azından planlanan proje bu; ayrıntıları için tık. Taksim Kışlası'nın BJK Stadlarını ilgilendiren tarihi ayrıntılarına geçmeden evvel şunu da bu yazı vesilesiyle belirtmeliyim ki meydandaki The Marmara oteli kaldırılmadan bu projelerin değeri sınırlı kalır. Benzer şekilde Gökkafes. Tarihi dokuyu tamamen baltalayan iki çirkin garabet.
Türkiye Cumhuriyeti'nin gücünü gösterme ihtiyacı hissetiğini düşünüyorum bu noktada. Zira 1936 yılındaki Berlin Olimpiyatları Almanya için gövde gösterisi niteliğinde geçmiştir. Görkemli stadyumların inşaası, buralarda düzenlenen törenler,geçitler ve spor müsabakaları uluslararası platformda o ülkenin gücünü ve saygınlığını ortaya koyan başlıca kıstaslar olarak kabul edilir. Taksim Stadı'nın yıkılmasının böyle bir boyutu var. Zira kışladan çevrilme, zorlamadan bir stadyum. Politik içeriklere girersem yazının uzunluğu iyice abartı olacak; ancak bu konu hakkında ucundan da olsa girmem gerektiğini hissediyorum.
İsmet İnönü, Atatürk'ün vefatından sonra kendi kadrosunu göreve getirirken Atatürk döneminde yapılan düzenlemelerde de değişikliklere gitti. Büyük Şef'in vefatıyla Milli Şef'in başa geldiği yönetici kadrosundaki değişiklikler ile ortaya kondu. (Atatürk'e yakın olduğu iddia edilen 100'e yakın milletvekili görevden alındı.) Türk parası üzerine Atatürk resmi yerine İnönü resimleri basılmıştır. Yurtdışında basılan ve 2. dünya savaşı yılları nedeniyle yaşanan tedarik ve ulaştırma sıkıntılarından ötürü ilk iki seferde ülkeye gelemeyen banknotlar, üçüncü denemede ülkeye ulaşmıştır. Pullarda Atatürk yerine Milli Şef'in resimleri vardır artık. Devlet dairelerindeki Atatürk resimleri yavaştan indirilirken, büstler de İnönü büstleriyle yavaştan değiştirilmektedir. Lozan Antlaşması bir anda kutlanmaya başlanmıştır; ne tesadüftür ki İnönü, Lozan Antlaşması'nı imzalayan heyetin başkanıdır. 1 Nisan İnönü Zaferi'nin yıldönümü, 18 Mart Çanakkale Zaferi'ne tercih edilir olmuştur. Gibi gibi...
Cumhuriyetin gücünün timsali ve kendi döneminin ihtişamını ortaya koymak adına Milli Şef'in bir stadyum arzu etmesi de yukarıda yazdıklarım çerçevesinde ihtimaller dahilinde gözüküyor. Daha önce de belirttiğim gibi Dr Lütfi Kırdar bu konuda tam yetki ile görevlendiriliyor. Yassıada'da yargılandığı sırada kalp krizi geçirip vefat edene kadar elinde bulundurduğu muhtelif yetkiler ile İstanbul'un günümüzde gördüğümüz haline çevrilmesine iki farklı akım ile yön veren kişidir Dr. Lütfi Kırdar.
İlki, Atatürk'ün vefatı ile Atatürk dönemi vali- belediye başkanı yerine gelen ve 1938- 1950 yılları arasında hem vali hem de belediye başkanlık görevini yerine getirdiği yıllar. CHP iktidarı süresince yürüttüğü İstanbul valiliği ve belediye başkanlığı görevlerine ek olarak sıkı yönetim başkanlığı ve varlık vergisi tespit komisyon başkanlığı da vardır. İkinci kısım ise Demokrat Parti dönemindeki milletvekilliği yılları. DP yıllarında doğrudan veya dolaylı olarak 7000 (yazı ile yedi bin) yapının moloza çevrilmesine neden olmuştur. İlk yıllarda muhit Harbiye, Taksim, Beşiktaş, Karaköy civarı iken (bakınız Lütfi Kırdar Kongre salonu, Harbiye açıkhava tiyatrosu) ikinci dalgada Vatan- Millet Caddesi güzergahı üzeri ve Aksaray tarafları etkilenen muhit durumuna gelmiştir. Tekrardan hatırlatayım Henri Prost adını bu arada!
Dönemin politik resmini bu kadar kısa bir pasajda aktarabilmem na-mümkün. Sadece Dr. Lütfi Kırdar'a değindim. Bunun da nedeni İnönü Stadyom'unun inşaası ve Taksim Stadı'nın yıkımı için kilit bir kişi olmasıdır. Ancak en azından okur için altyapı oluşturacak bilgi sağladığımı düşünüyorum. Kendi kaynakları ve inisiyatifi ile yapacakları araştırmaları açısından bir yol gösterici olmasını temenni ediyorum burada okuduklarının. Ve geçiyorum Dr. Lütfi Kırdar'ın Taksim Stadı yıkıldıktan sonra İnönü Gezisi açılmadan önce yapacağı 1942 yılında yaptığı konuşmanın gazete duyurusuna. İnönü Gezisi dediğimiz yer, bugünkü Taksim Gezi Parkı.
"İstanbul halkının Milli Şef'imiz İsmet İnönü'ye derin bağlılık ve minnet duygularının bir nişanesi olmak üzere inşa edilen İnönü Gezisi yarın saat 12:30'da vali ve belediye reisi Dr. Lütfi Kırdar bir nutku ile açılacaktır. İstanbul şehir meclisi geçen sene iki karar vermişti. Bunlardan biri İstanbul'un imarı yolunda sarf edilen gayretler arasında şehrin en mühim meydanlarından biri olan Taksim'de İnönü Gezisi vücuda getirilmesine, diğeri de gene burada Milli Şef'in yüksek sanat kıymetini haiz bir heykelinin dikilmesine dairdir.
Dr. Lütfi Kırdar yarın İnönü Gezisi'nin açılış münasebetiyle söyleyeceği nutukta belediye meclisinin şehir halkını temsilen, ittifakla ve alkışlarla vermiş olduğu kararlardan birincisinin tatbik sahasına konulduğunu anlatacak ve İstanbul'un Milli Şef'imize karşı ebedi bağlılık ve minnet duygularına tercüman olacaktır."
Taksim Kışlası'nın yıkılmasının cumhuriyet ülkülerini temel alarak incelediğimizde de simgesel bir değeri olduğu tartışılabilir. Cumhuriyeti kuran kadronun neredeyse hepsi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) mensubuydu ve 31 Mart isyanı, o zaman II. Meşrutiyet'i ilan ettirmiş olan İTC'ye karşı başlamıştır. İlginç olan nokta, bu isyanın başladığı yerin Taksim Kışlası olmasıdır.
Gelelim artık son perdeye, yani BJK İnönü Stadı'na. Yukarıda gördüğünüz resim, Gümüşsuyu'ndan inen yoldan çekilmiş. Stad bugünkü yerine inşa edilmeden evvel. Arkadaki sırtta, Beşiktaş Mevlevihanesi'nin Eyüp'e taşınmasına neden Balyan ailesinin eseri Maçka Silahhanesi (İTÜ yerleşkesi) var. Henüz Swissotel yok. Stadın olduğu yerde bir tesis var ve orası Dolmabahçe Gazhanesi. Havagazından, hidrojen ve karbonmonoksitten karışımı, elektrik üreten bir tesis. Sarayı aydınlatmak için sarayın has ahırlarının arkasında kurulmuş zamanında. Daha sonra bu gazhane de Beşiktaş Mevlevihanesi ile aynı kaderi paylaşıyor ve Eyüp'e taşınıyor.
Gazhaneden günümüze ulaşanları görüyorsunuz solda. Üstteki resimde iki baca arasında mevcut olan yapı, soldakinin atası. Lunapark ile iç içe şu anda.
Dolmabahçe Gazhanesi 1914 yılında Fransız- Türk ortaklığına 50 yıllığına özelleştirildiğinden ötürü, İnönü Stadı'nın yapımında sürekli sıkıntı çıkarmıştır İnönü yönetimine; zira istimlakı hemen mümkün olmamıştır. 1940 yılında temelleri atılacağı söylenen stadın tam anlamıyla inşaatına, 1960 darbesi sonrası askeri yönetimin gazhaneyi istimlak etmesiyle başlanabilmiştir ancak!
Stadın ilk mimarları ile daha sonra tekrardan
projelendirilmesi sırasında çalışan mimarları arasında çıkan telif hakkı
davası da projenin 1960'da tam olarak başlayamamasına neden olmuştur.
Yılan hikayesine dönen inşaat, 1963-1964 sezonunda son
bulur. İnşaat tam olarak bitmeden gazhane tarafındaki istimlak sürerken henüz iki kat yapılmış tribüne seyirci almaya başlar BJK yönetimi. Kodak yazılı duvar İnönü döneminde istimlak edilemeyen gazhane ile sınırı belli etmek adına, hemen tribün inşaası başlasın diye örülmüş.
Seyirciler bu tribüne has ahırlar kısmındaki tribünden sonra bittiği için ve inşaatı devam ettiği süreçte girmeye başladıklarından ötürü yeni açık demişler.
Gazhaneden istimlak edilen yer daha sonra İETT'ye devredildi. Günümüzde İETT garajı olarak kullanılıyor. Az ilerisine de tünel yapıldı malumunuz.
Gelelim eski açık ve numaralıya. Gördüğünüz üzere sarayın has ağıllarının istimlak edildiği yerler üzerinde yükselmiş bu tribünler ve inşaatın ilk başladığı yerler olmuş. İtalyan mimar Violi, rejimin ve Milli Şef'in gücünü temsil edecek projeyi tamamlamıştır. Ismarlanan özelliklere uygun, antik Roma mimarisini anımsatan bir stad.
Dediğim gibi orjinal plan üzerinde envai çeşit değişiklik yapılıyor muhtelif aksaklıklardan ötürü. Ama bakınız orjinaline göre stadın nasıl olması planlanmış: (Alttaki resim müzenin girişi, o zamanki has ağıllar. Soldaki camii, Bezmialem Valide Sultan)
Stadın Dolmabahçe Sarayı’na bakan yüzünde büyük bir demir kapı yapılacak, bu kapının her iki yanındaki duvarlar tunç rölyeflerle süslenecektir. Bu demir kapı iki yana açıldığında, sağ ve sol tarafta Milli Şef’in Türk gençliğine hitabeleri yer alacaktır. Tunç rölyeflerle süslenen duvarlarla, üzeri kapalı olacak iki tribünün birleştiği noktalara, iki kule inşa edilecek ve bu kulelerin üzerinde de disk ve cirit atan sporcu heykelleri yer alacaktır. Ayrıca stadın gaz şirketi tarafında kalan tribünün arkasındaki alan yeniden düzenlenecek burada tenis kortları yapılacaktır.
Bugün tenis kortu yerine dediğim gibi İETT garajı var. Disk atan ve cirit atan sporcu yerine de sponsorların panoları ve tabelaları var. Stadın adının nasıl İnönü olduğunu ve niye bir ara Mithatpaşa'ya döndüğünü ve daha sonra tekrar neden İnönü yapıldığını aktarıp yazıyı bitiriyorum. Vişnelitekke'den stada gitmek için önce Çırağan'a sonra Maçka'ya daha sonra Taksim'e en sonunda Dolmabahçe'ye vardık. İyi seyirler.
19 Mayıs 1940'taki temel atma töreninden önce Dr. Lütfi Kırdar'ın yaptığı konuşma metni:
"Aziz Türk genci; senin isminle anılan bu büyük
bayramımızda, bu şerefli yıldönümünde, sana mahsus en kıymetli mekteplerden
birinin temelini atmakla derin bir ferahlık hissediyorum. Milli
şefimiz stadyumların nasıl telakki ve tarif lazım geldiğini şu veciz cümle ile
ifade buyurmuşlardır: “Türkiye’yi idare edenler; stadyumu en kıymetli mektep
gibi her yerde kurmaya çalışacaklardır. Türkiye’nin istikbalini idare edecek
olan genç nesil açık havada, açık meydanlarda yetişecektir.”
İşte ben de Milli
Şefimiz Büyük İnönü’nün stadyumlar hakkındaki bu irşatlarından (doğru yolu
göstermek, uyarmak) ilham alarak şehrin asri (modern) bir stada ihtiyacı
olduğunu anladım. Milli Şefimiz Büyük İnönü memleket müdafaasının sportif bir
gençlikle daha mükemmel yapılabileceğine, gençliğin bu statta kabiliyetlerini
daha müsait şartlarla ispat edeceğine emindir. Sizlere müjdeliyorum ki, Milli
Şefimizden yapılacak bu şehir stadımıza ‘İnönü Stadyumu’ ismi verilmesine
müsaade verilmesini şehir namına rica ettim. Milli Şefimiz Büyük İnönü’nün bu
ricayı kabul buyurmaları dolayısıyla stada ‘İnönü Stadyumu’ ismi veriyorum.
Hayırlı olmasını dilerim."
Yukarıdaki alıntıdan da anlayabileceğiniz üzere, Dr. Lütfi Kırdar inisiyatif alarak şehir meclisi veya herhangi bir komisyona sormadan stadın adının İnönü olmasına karar vermiş. Nasıl ki İnönü başa geldiğinde Atatürk ile ilgili büstler, resimler, kutlamalar azaltıldıysa Demokrat Parti başa geldiğinde de İnönü ile ilgili büstler, resimler, adlar bir şekilde kaldırılmıştır. Duvardan inen fotoğraflar, banknotlardan çıkarılan resimler, değiştirilen büstler artık İsmet İnönü'nündür. Bu bağlamda değiştirilen bir ad İnönü Stadyom'udur.
Peki nasıl Mithat Paşa Stadı oldu İnönü Stadı'nın adı? 1951 yazında Atatürk'ü koruma kanunu ile İnönü banknotları ve büstleri değişikliğini meşru bir zemine oturtmuştur DP iktidarı. Aynı günlerde, Fahrettin Kerim Gökay'ın belediye başkanlığında bir başka önerge İstanbul Şehir Meclisi'nde yasallaştırmaktadır: Yaşayan siyaset adamlarının adlarının sokak, meydan, spor sahası, okul ve benzeri alanlardan kaldırılması. Tam da bu önerge oy birliği ile kabul edilmişken Mithat Paşa ismi ülke gündemindedir.
Mithat Paşa Kanun-i Esasi'yi hazırlayan, Abdülaziz'i tahttan indirip yerine II. Abdülhamit'i getiren devlet adamıdır. (Abdülaziz'den sonra aslında V. Murat var; ancak 3 ay sürdü hükümdarlığı. Akıl sağlığını kaybetti iddiasıyla yerine II. Abdülhamit getirildi.) Mithat Paşa'nın hikayesi uzun; ama Arabistan'a sürgüne gönderilip ömür boyu hapse mahkum ediliyor ve hapishanede boğularak öldürülüyor. Taif'e gömülüyor.
İşte tam da 1951 yılında Mithat Paşa'nın bir hürriyet şehidi ve kahramanı olduğu hatırlanmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Anıtkabiri olarak adlandırabileceğimiz Şişli'deki Abide-i Hürriyet mezarlığına defnedilmek üzere naaşı Türkiye'ye getirilmektedir. İstanbul Belediye Meclis üyesi Saim Nuri Uray'ın konuşmasını aktarıyorum:
"Hepinizin bildiği gibi
Mithat Paşa hürriyet şehidi ve hürriyet kahramanıdır. Şehir stadımızın
Dolmabahçe sarayı karşısında bulunması, Türk gençlerine her spor
karşılaşmasında Mithat Paşa’yı ve onun mücadelesini hatırlatacak, hürriyet
idealinin bekçileri olan gençlere istibdatla (baskı rejimi) hürriyetin
mukayesesi imkânlarını verebilecektir. Mithat Paşa’nın kemiklerinin İstanbul’a
doğru yol aldığı şu dakikalarda stadyuma verilecek Mithat Paşa ismi İstanbullu
hemşerilerinin büyük ölüye bir hürmet nişanesi olacaktır. Stadyumun isminin
Mithat Paşa Stadyumu olarak değiştirilmesini teklif ediyorum." (kaynak: Siyasi nitelikteki alıntılar, Tuğrul Yenidoğan'ın yazısından alınmıştır)
1940'ta İnönü stadı olarak başlayan macera 1951'de daha stadın inşaatı tam olarak bitmeden Mithat Paşa'ya çevrilmiştir böylelikle. 1974 yılına kadar adını muhafaza edecektir. 25 Aralık 1973'te vefat eden İnönü, 1972'ye kadar CHP genel başkanlığını yapmıştır. Milli Şef'tir. Ama kurultayda genel sekreteri Bülent Ecevit'e kaybeder. Bülent Ecevit'in karaoğlan olarak kitleleri sürüklediği yıllardır. Adalet Partisi'ne yakın yayınları ile bilinen Tercüman gazetesi, Ecevit'i eleştiren yazılar neşretmektedir. Tercüman gazetesinin Ecevit'in İnönü'ye karşı girdiği politik mücadeleyi eleştiren yazılarını, İnönü vefat ettikten sonra Ecevit'in daha da göz önüne gelmesini engellemek adına İnönü'nün adını tekrardan stadyuma verilmesine yönelik yazılar takip etmiştir. Velhasıl kelam 14 Ocak 1974'te, İstanbul İl Meclisi'ne bu öneri getirilir ve Mithat Paşa Stadyumu tekrardan İnönü Stadyumu olur. Milli Şef'in ölümünden sadece 3 hafta sonra! Milli Şef de Büyük Şef'in istiragahatı olan Anıtkabir'e defnedilir. İlginçtir ki Anıtkabir, Milli Şef iktidarında bitirilememiştir.
1947 yılında açıldığında İnönü Stadyum'undaki ilk gölü atan Süleyman Seba, 1998 yılında Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile yapılan sözleşme sonucunda stadı 49 yıllığına kiralamış ve stadın adını BJK İnönü Stadı'na çevirtmiştir. Fi-Yapı ile yapılan sözleşme ile stadın adı Fi-Yapı İnönü Stadı olsa da, Fi-Yapı'nın sözleşmeyi 2011 sonunda feshetmesi neticesinde stadın adı şu anda BJK İnönü Stadı'dır.
Yazar Burada Ne Anlatmış:
balyan ailesi,
beşiktaş,
çırağan,
devlet,
futbol,
ismet inönü,
kışla,
lütfi kırdar,
maçka,
mevlevihane,
osmanlı,
taksim,
Tarih,
Türk futbolu,
türkiye
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)