30 Haziran 2008

Turnuva Notları - Almanya vs İspanya

- Viva España!


- 24 yıldır katıldığı hiçbir turnuvada çeyrek finalin sonrasını göremeyen, tek büyük başarıları olan Avrupa Şampiyonluğunu bundan 44 yıl önce kazanan İspanya, finalde Almanya'yı tabiri caizse şamar oğlanına çevirerek kupanın sahibi oldu. Hepsine helal olsun, turnuva boyunca aslanlar gibi oynadılar ve hakederek kazandılar.

- Maça hızlı başlayan taraf beklentilerimin aksine Almanya idi. Önde basarak İspanyol orta sahasının top yapmasını engellediler hatta Ramos'u hataya zorladılar fakat Klose, ilkokul müsameresine çıkmış kız çocuğu gibi davranınca maç boyu yakaladıkları en net pozisyonu harcamış oldular.


- Almanya düz bir takım özellikle geri hattı çok yavaş ve top ayaklarındayken oldukça beceriksizler. Kalecileri Rüştü'den farksız. Bu kadronun, Ballack ve Klose'nin genel olarak iyi bir turnuva geçirmemesi halinde puan alamadan elenmesi gerekir ama onlar bir şekilde finale çıktılar. Ballack'ın tartışmalı golü, Rüştü, kek grup vs. bir şekilde tepeye oynamasını biliyorlar. Yoksa bu kadar vasat bir takımın 2002'de final, 2006'da yarı final, 2008'de final oynaması mümkün değil. Disiplin? Sistem?

- Turnuva öncesi İspanya'yı favori olarak görüyordum - ben demiştim demeyi severim. Büyük bir kehanet değil tabii, eleme gruplarında ne kadar zorlansalarda turnuvanın en komple takımıydılar. Aragones'in oyuncu seçimleri oldukça tartışıldı, kendisi gibi. Raul hakkında söyledikleri 70'lik aksi bir dedenin sözlerinden farksızdı. Çoğu zaman oyuncu değişiklikleri de pek akıl karı değildi lakin buraya kaybetmeyen bir takım olarak gelmişlerdi ve kaybetmeden evlerine döndüler.



- İspanya maç boyu kontrolü elinde tuttu. Lahm ve Lehmann'ın hatalarıyla golü buldular. Torres'i turnuva boyunca pek beğenmedim. Ama Liverpool'da geçirdiği muhteşem sezon sonunda finalin tek golünü atacak kişi o olmalıydı. Golden sonra ise İspanyollar gevşek davranmasa çok rahat farkı yakalayabilirlerdi. Turnuvanın gol kralı Davil Villa'nın bitiriciliğine çok ihtiyaç duydular.

- Dün Sergio Ramos, ve Senna olağanüstü oynadılar. Senna turnuvanın yıldızı olmayı hakeden bir performans sergiledi ama sanırım Uefa bir sambacının Avrupa Şampiyonasının yıldızı seçilecek olmasını hazmedemedi. Hem kesiciliği hem topu ayağına aldığındaki soğukkanlı rahat oyunu İspanya'yı bir adım öne taşıdı. Ramos'un grup maçlarından itibaren yükselen performansı ise finalde doruğa çıktı. Podolski ve Lahm'ı durdurdu ve sürekli hücuma katkı yaptı.

- Şu Almanya'yı izledikten sonra neyse...

- Bu turnuvadan oldukça keyif aldım. Umarım Afrika'da daha da güzel futbol izleriz.

28 Haziran 2008

Inter Aklını Kaçırdı



Inter, bugünkü haberlere göre Quaresma için 35 milyon avro ve genç orta saha oyuncuları Pele'yi vermiş. "Quaresma 35 milyon eder mi?" sorusunun cevabını, aynı paraya geçen yaz Liverpool'un Fernando Torres'i almasından yola çıkarak bulabiliriz. Bence Porto hayatının kazığını attı Inter'e. Fakat Inter bu parayı Lampard transferinden çıkardı desek yeridir, çünkü Chelsea ilginç bir biçimde sadece 9 milyon avroya bırakmış onu. Belki de gitmek istediği için şartları çok zorlamayıp yıllardır başarıyla oynayan oyuncularına bir vefa gösterdiler, bilemiyorum. Ancak bildiğim bir nokta var ki, Lampard'ın bu transferle geleceğini garanti altına aldığı. Kendisinin Inter'den alacağı yıllık ücret tam 7.3 milyon avro! Kısacası Mourinho'nun Inter'i araya açmaya devam ediyor.

27 Haziran 2008

Turnuva Notları - İspanya vs Rusya

- Turnuvanın sıkıcı maçlarından biriydi bence. İlk golü bulan kazanacaktı, öyle de oldu. Bariz güç farkı vardı iki takım arasında. Rusların da Hollanda karşısındaki arzusu yoktu. Yarı final doyurmuş gibiydi onları, bizim gibi savaştıklarını söylemek güç.



- Rusya turnuvanın en silik performanslarından birini sergiledi. En az Polonya ve Yunanistan kadar kötüydüler bu akşam. Hiddink, bu kadroyla elinden gelenin en iyisini yaptı ve başarılarla dolu cv'sini daha da kabarttı. Fakat güçlü İspanya orta sahasına karşı yapabilecekleri pek birşey yoktu. Villa sakatlanana kadar oyuna ortaktılar, Hollanda maçındaki gibi kontra girişimlerinde bulundular ama karşılarında Ooijer yerine Puyol'un olması kaleyi bulmalarına engel oldu. Fabregas oyuna girdikten sonra ise topla rakip sahaya geçtiklerini hatırlamıyorum.

- İspanya makine gibiydi, özellikle Fabregas'ın oyuna girmesiyle birlikte, üç Barça orijinli orta sahası topa hakim oldu. Senna da arkalarında çok başarılı olunca Rusya'yı sahadan sildiler. Aragones bugüne kadar çokça eleştirildi ama çıktıkları son 21 maçı kaybetmeyen bir takım yarattı. Takım olarak eksiklikleri olmadığına inanıyorum. Kağıt üstünde Almanya'dan çok daha iyi bir takımlar ama futbol kağıt üstünde oynanmıyor. Umarım sonunda hakettikleri başarıya uzanırlar.




- Torres accaip saçmaladı maç boyunca. Sanırım Liverpool'da geçirdiği müthiş sezon sonrasında Euro08'de Villa'nın gölgesinde kalmak baskı oluşturdu üzerinde. Çok müsait pozisyonlarda daha doğrusu çok rahat bitirebileceği pozisyonlarda çok aceleciydi. Villa'nın yokluğunda onun performansı belirleyici olacaktır İspanya adına. Bu arada Güiza'yı da yabana atmamak gerek. Kensai'ye oyuna girdikten sonra 2 gol atacak dedim, iddiaya girdik. Fakat Silva bomboş pozisyonda Güiza'ya vermek yerine kaleye vurdu, ayıp etti.

26 Haziran 2008

Draft Gecesi Takasları

Draft geceleri hep hareketli geçer NBA'de. Bu sezon içerisinde takımlar zaten oldukça aktifti transfer piyasasında. Bu hareket, draft gecesinde de devam ediyor. Sezon boyunca hakkında bir sürü dedikodu çıkan R-Jeff, biraz da sürpriz bir takasla Milwaukee'nin yolunu tuttu. Karşılığında ise draft edildikten sonra Milwaukee'den oynamama inadını uzunca bir süre sürdüren ve bence NBA'in hayal kırıklıklarından sayılabilecek Yi Jianlian ve kallavi bir kontrat kaptıktan sonra ortaya çok bir şey koymayan Bobby Simmons Nets'e gitti.



Bu takas bence Nets'e fayda getirmez. Onlar zaten sezon içerisinde Kidd'i göndererek bu takımı yıkacaklarını ve yeni bir oluşuma gideceklerini belli etmişlerdi. Ancak Jefferson gibi bu sezon önemli bir çıkış göstermiş bir yıldıza karşılık Yi'den çok daha iyi bir potansiyel alabilirlerdi. Örneğin Portland(Frye-LaFrentz'in biten kontratı), New York(Lee) gibi takımlar daha iyi teklifler verebilirlerdi. Milwaukee cephesi için ise çok güzel bir takas olmuş. Onlara gereken kıvılcımı verecek, Redd'in yanında takımı sürükleyecek ikinci bir yıldıza sahip oldular. Bogut, Villanueva ve Mo-Will'i de hesaba katarsak, Bucks'ın bütün parçalara sahip bir takım haline geldiğini söyleyebiliriz. Fakat önemli olan bu parçaların birbirine ne kadar oturacağı tabii ki.

Dalga geçmeyin, dakika geçin.

Sayılı gün çabuk geçer derler. Bugün daha ilk gün aslında. Ama ne çabuktan haberim var ne de başka birşeyden. Saat hep aynı ritminde, alabildiğine yavaş yavaş aktı gün boyunca. Sabah 6'ydı kalktığımda, kupadan elenmişiz 6 saat olmuş. Sonra kahvaltı istemedi canım, atladım fabrikanın servisine 7:20'de. Tıngır mıngır gittim işe, staja...

20 dk yol sürdü, şehir dışında fabrika. Yolda uyuyayım dedim, şöfor oyun havası taktı, uyumak yerine oynayın sabah mesajı verdi. Gece sevdiğinin yanında yattı belli ki. Gittim bir odaya fabrikada, oturdum misafir sandalyesine. Karşımda benden sorumlu mühendis, Saro, birşeylerle uğraşıyor harıl harıl. Ben de ona bakıyorum. Ama onu görecek halim yokmuş, kapıdan başkası girdi, irkilince anladım. Flu başlayan gün, daha da bulanıklaşarak devam etti. Saat 9:00 olma eğilimine girdi, ama olamadı bir türlü. Boynum geceden kalma ağrılarını atmaya başlamıştı. Bir baktım öbür tarafa, çay koymuş Kadir bana. Sağol dedim. Yalnız şeker yok dedi, isabet olmuş şekersiz içerim diye karşılık verdim.

İçtim çayı, saat hala 9 civarındaydı. Uykum vardı. Rahatsızdım. Sandelye deriydi, terletiyordu, ötüyordu. Sonra bölüm şefi geldi, dedi kimyasal analiz lazım. Verelim dedik hep bir ağızdan ben, Saro, Kadir. İçimden dedim ne analizi sabah sabah. Sonra Saro halletti o işi. Ona öğlene kadar zamanın akışını hızlandırma hediyesini verdiler yukardan. Bana hala saat 10:00 olmamıştı. Dedim ben çıkayım, şöyle bir gezeyim. Çıktım, işçilerin yanına gittim. Hepsi güçlü kuvettli maşallah. Beğendim hepsini, ışık bile girmeyen yerde çalışıyorlardı bütün gün. Toz, toprak, pus, ateş... Kızgın demir akıyordu potadan kalıba, adamlar başındaydı. Güneş yetmiyor, metalin ısısı ayrı yakıyordu. Daraldım oradan da, çıktım dışarı. Biraz ferahladım.

Öğlen olmak bilmiyordu. Sayılı günün ilk gününde gün bir türlü saydırmıyordu kendini. Saro'yla Kadir'in yanına gittim yine. Muhabbet ettik biraz, açıldı uykum iyice. Ama zaman açılamamıştı hala, akmak bilmiyordu. Olmuyor böyle arkadaş diyerek kalktım yerimden, çay koydum. Çıktım dışarı, yerlere bakarak tur attım ortalıkta. Döndüm, baktım yemek sırası olmuş yemekhanede. Dedim ben de gireyim. Girdim sıraya. Akşamki maç sıradakilerin banko konusuydu. Hakemin sülalesi elden geçti. Ben sallamadım hakemi maçı falan. Baktım yemek güzel, dedim neşem yerine gelir belki biraz. Yedim aldıklarımın hepsini, doydum da. Ancak tat alamadım adam gibi. Zehirlenmiyim diye fabrikada, yoğurdu bol yedim.

Öğleden sonra da benzer şekilde geçti. Boş boş... Bir ara gittim kütüphaneye kestirdim yarım saat kafamı masaya koyup. İyi gelmedi, dengemi bozdu. Çıkıcaktım işten artık, bir telefon edeyim dedim. Etmez olaydım. Kötü haber aldım. Götüme giren şemsiye, açıldı içerde. 40 günde bitecek demişti, 12 gün daha eklenmiş 40 güne. Beklerken kesin geberiyim diye, garanti olsun diye.

Daha bugün 1. gün, nasıl geçicek bu 52 gün. Bak koca yazı bitti daha 52 dakika geçmedi. Yukarıdan bir ricam var, dalga geçmeyin dakika geçin lütfen.

Emperor Strikes Back

Benim gibi bir Galatasaray taraftarı için efsane adamdır Terim. Onu ya çok seversiniz, ya da nefret edersiniz. Fakat ne kadar nefret etseniz de yaptıklarına saygı duymak zorundasınız. Sonuçta Türkiye'yi Euro 96'yla Avrupa arenasına sokan, ardından Galatasaray'la bu arenada bir iz bırakmamızı sağlayan adamdır. Milan ve Fiorentina'da yaptıklarıyla Türk futbol adamını Avrupa'ya tanıtan yegane isimdir. Onun açtığı kapıdan başka geçen futbol adamımızın olamadığını düşünürsek, Terim'e bu kadar yüklenmek haksızlıktır. İkinci Galatasaray serüveni -bence Özhan Canaydın yüzünden- başarısızlıkla sonuçlansa da o, krizdeki bir milli takımı alıp Avrupa Şampiyonası'nda yarı finale kadar taşımıştır.




2000 yılından beri Avrupa arenasından kaybolmaya yüz tutan Türk futbolunu tekrar Avrupa'da konuşulur hale getirdikten sonra bence milli takımda işini bitirdi Terim. Şimdi tekrar kulüpler bazında ismimizin anılmasına yardımcı olması gerektiğini düşünüyorum. Avrupa'da oynayan Türk futbolcuları, istisnalar hariç, orada tutunamayıp birer birer geri dönerken; O'nun bizi orada temsil etmesine ihtiyacımız var. Milenyumun başında açtığı kapıyı, bir kez daha açmalı. Bu kez onu geri çekmek yerine, o kapıyı açık tutmaya çalışmamız gerek. Umarım bu fırsatı da ülke olarak tepmeyiz.

25 Haziran 2008

Turnuva Notları - Türkiye vs Almanya

- Bu maçın aslında çok da fazla teknik yorumu yapılamaz Türkiye adına. Elinde 13 oyuncu, 2 de kaleci olan bir takımdan bahsediyoruz sonuçta. Ancak öyle ki, 15 oyuncunun içerisinden seçilen 11, 23 kişilik kadrodan seçilen 11'lerin hepsinden çok daha güzel futbol oynadı. Bugüne kadar oynadığımız maçların en çok 15-20 dakikasında futbol oynarken, bu maçta en az 50-60 dakika Almanya gibi -kötü de oynasa- dünyanın en önemli ekollerinden birine üstünlük kurduk. Sırf bu bile, bizim gibi uluslararası arenada istikrarı olmayan bir ülke için gurur verici bir durum.





- Kaderin bir cilvesi olarak 89'da gelen gol, güzel oyunumuzun karşılığını almamızı engelledi. Ancak biz de aynı duyguları grup maçlarında İsviçreliler'e, Çekler'e ve sonrasında da çeyrek finalde Hırvatlar'a yaşatmıştık. İtiraf etmek gerekirse, o maçların geneline bakılınca kazanmayı hakeden biz değildik. Fakat hem bizim galibiyet inancımız, hem de futbol şansımızın sonuna kadar yanımızda olması sonucu Türkiye, turnuvadan önce hiç beklenmeyen yerlere geldi. Bu maçta ise roller değişti. Bu kez maç boyunca hakeden taraf bizdik, ancak sonunda üzülen taraf biz olduk. Futbolun adaleti böyle bir şey olsa gerek, ama insan kupaya bu kadar yaklaşıp da ucundan tutamayınca içine çok oturuyor.

- Almanya ise gruplardaki Hırvatistan maçından sonra en kötü futbolunu bu gece oynadı. Belki bizim iyi oyunumuz, belki onların formsuz olmaları, belki de Löw'ün bence oynaması gereken 1-2 oyuncusunu kenarda oturtmasından kaynaklandı bu. Fakat gerçek olan tek bir şey var ki, Almanya bu gece tur atlamayı hakeden taraf değildi. Özellikle Rolfes çıktıktan sonra orta saha kontrolünü tamamen kaybettiler. Açıkçası turnuvada sürekli azalan bir performansları var. İlk maçı oldukça iyi oynamışlardı fakat o maçtan beri kesinlikle finalist bir takıma yakışan bir oyun sergilemediler. Keşke şurada yenildiğimiz takım Almanya olmasaydı ama futbolun adaleti onları da finalde vuracak diye düşünüyorum.






- Maçtan sonra televizyonlarda yorumları izledim. Nedense inanılmaz bir nefret var hakemlere karşı. Maç boyunca da Bülent Tulun giydirdikçe giydirdi. Belki haklı oldukları yerler var yorumcuların, fakat ben bu kadar abartılacak bir durum göremedim açıkçası. Belki verilmesi gereken bir-iki kart, bir kaç faul dışında öyle maçın kaderine etki edecek falan bir hatası yoktu hakemlerin bana göre.

- Turnuvada kalecilerden yana bir türlü yüzümüz gülmüyor. Önce Volkan'ın çok gereksiz atılması, ardından Rüştü'nün Hırvatistan'a karşı yediği gol ve şimdi de yine Rüştü'den gelen büyük hata sonucu yediğimiz 2. gol. Bu turnuva gerçekten kaleciler için iyi geçmiyor. Cech, Rüştü, Volkan, Coupet gibi bir çok kaleci turnuvada büyük şanssızlıklar yaşadı.






- Maçtan sonra Fatih Terim ve Rüştü milli takımı bıraktıklarını açıkladılar. Biri buruk, diğeri başı dik elveda diyor. Ben, her şeye rağmen Rüştü'nün bu turnuvada yaptığı hatalarla değil, bugüne kadar yaptığı katkıyla, kurtardığı maçlarla hatırlanmasını isterim. Sonuçta ilk defa dünyanın en iyi kalecileri arasında bir Türk'ün ismi anıldı. Zaten büyük kalecilerin kariyerleri genelde kötü bitiyor. Oliver Kahn'ın Bayern'de yedek kalması, milli takımda yediği hatalı goller hala hafızalarda. Keza Arsenal'in efsanesi David Seaman'ın, İngiliz milli takımında düştüğü durumu unutmak mümkün değil. Evet, kalecinin tecrübelisi makbuldür ancak bazı kaleciler işi tadında bırakmayı başaramıyor ve yıllarca zirvede götürdükleri kariyerleriyle değil, en sonda yaptıkları hatalarla anılıyorlar.

24 Haziran 2008

Sezon Öncesi - Premier League


Yeni sezonun başlamasına daha uzun süre var, fakat PL piyasası sezona oldukça erken girmiş. Haftalardır CR7 Madrid'e gider mi sorusuna cevap aranırken İngilizler 80M pound ödemek her babayiğidin harcı değildir diyor ki söz konusu kulüp Man Utd olunca para bir yere kadar demek sanırım yeterli oluyor. Geçen hafta Real'in CR7 karşılığında Sneijder, Ramos , Robinho + 63M teklifini de reddetmişti United. Ronaldo'nun ise Madrid'e gitmeyi istediğini sanırım bilmeyen yoktur artık.





Kuzeyde de ilginç gelişmeler yaşanıyor aslında. Arsene Wenger kancayı bu sefer NUFC kalesini koruyan Shay Given'a attı söylentileri çıktı. Söz konusu kulüp Arsenal olunca birçok otorite bu transfere olur gözüyle bakmıştı fakat Given "ben almayayım" diyerek taraftarın gönlünde padişah muamelesine hak kazanmış. Futbolu Newcastle'da bırakmak istediği söyleyen Given, 97 yılından beri Newcastle United'ın kalesini koruyor.




Başka bir genco hikayesi de Mersey Side'dan geliyor. Yossi Benayoun Liverpool'da kalmak istediğini söylese de bence gidici görünüyor. Muhtemel ekipler Portsmouth ve Man City... Kariyerimi Liverpoolda bitirmek istiyorum dese de giderse kimse şaşırmaz İsrailli için.





23 Haziran 2008

Faruk


Çizer : Umut Sarıkaya

Turnuva Notları - İspanya vs İtalya

Dün oynanan turnuvanın 4. ve son çeyrek final maçını arkadaşlarla king atarken takip ettiğimden pek çok ayrıntıyı kaçırmış olmam fazlasıyla olası. Bu yüzden oyundan gözüme takılanları- daha doğrusu spikerin sesindeki dramatik değişimler sonucu ekrana baktığım anları- kabaca inceleyeceğim.


Yarı finale kalacak son takımın belirlendiği İspanya- İtalya maçı turnuvanın çeyrek finallerde normal süre + uzatmalarda gol atılmayan/ atılamayan tek maçı olarak tarihin sayfalarından yerini aldı. Bunun benim gözüme çarpan nedenlerinden biri İspanya’nın orta sahasının İtalya’nın savunmasına karşı fiziksel olarak güçsüz kalmasıydı. Orta sahasında Arsenal’in başarılı oyuncusu Fabregas’ı yedek bırakabilen ve onun yerine oynattığı Xavi ve İniesta gibi yaratıcılıkları ve oyun zekası yüksek oyuncuları barındırsa da bu özellikler İtalya’nın Gattuso gibi önemli bir parçasından eksik olan İtalya savunmasını aşmaya yetmedi. Kim bilir belki de Xavi ve İniesta’nın bu konudaki yetersizliği Barcelona’nın bu yılki durumunun da nedenlerindendir. Villareal’de bu yıl Nihat’a ve Rossi’ye yaptığı asistleriyle dikkat çeken hücuma dönük Cazorla da İtalya savunmasına karşı pek başarılı olamadı.



Burada Türk futbolseverleri de yakından ilgilendirdiğinden Guiza’ya ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Dün oyuna girdikten sonra heyecanından mıdır bilinmez aldığı her topu ezdi, arkadaşlarıyla pas alışverişi konusunda oldukça yetersizdi ve yarardan çok zararı oldu. Transfer dedikodularında adı Fenerbahçe’yle anılan Guiza, Kezman’dan illallah etmiş Fenerbahçe taraftarı için katmerli dert olur eğer transfer edilirse. Maçtan çok da sapmak istemediğimden bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum, ama Fenerbahçe santrafor alacaksa Kezman’ı göndersin, yerine Semih’i oynatsın yanına da Kanoute’yi çeksin diyorum. En büyük temennim budur.


Ara sıcaktan sonra maçın incelemesine geri döneyim. Maçın gol bağlamında oldukça kısır seyretmesinin diğer bir nedeni de İtalya’nın yıllardır izlediği takım taktiği “önce savunma sonra hücum”un hücum kısmını dolduracak oyunculara bu maçta da sahip olmamasıydı. Hücum bölgesinde oynayan Luca Toni’nin turnuva boyunca kaydettiği gol sayısının 0 olması bir yana, dünkü maçta yanında oynayan Cassano’nun Madrid’e gidip kendini çürüttükten sonra sorunlu ve verimsiz bir oyuncuya dönüşmesine rağmen ilk 11’de başlayıp 70 küsür dakika sahada kalması durumu açıklayıcı sadece bir madde. Kendi okuduğum olduğunu hatırladığım Kız Almaz’dan kafamı kaldırıp ekrana baktığımda Cassano oyundan çıkarken maç içi koşu istatistiklerini veren TV’de takım ortalamasının bayağı altından koştuğunu gördüm ve oyundan düşmüş olduğunu kafasının bizim Arda misali arabalara konan oyuncak balon kafalar gibi garip sallanışından anladım. Savunması ve kalecileri tarihleri boyunca iyi olan İtalya belki de forvet ve santrafor konusunda belki de en kısır dönemini geçiriyor, Vieri’ler, Del Piero’lar, İnzaghi’lerden sonra onların seviyesinde oynayan yeni isimler yetişmedi. Ama dünkü maçta orta sahanın da pek iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Pirlo’nun eksikliği takımın tüm kurgusunu bitirdi. Totti gibi bir oyuncunun da artık milli takımda yer almayacağını açıklamasından sonra İtalyanlar yıllardır uyguladıkları ekolü devam ettirmek istiyorlarsa ileride topu ayağında tutacak, gerektiğinde adam eksiltecek gerektiğinde sırtında 3 kişiyle topu taşıyabilecek şu an Rusların tavan yapmış oyuncusu Arshkavin tarzı oyuncuları altyapılarından bulup çıkarmalı, yeteneklerini geliştirmelerine olanak sağlamalılar.



Maçın pozisyon namına aklımda kalanları Buffon’un sol alt köşeye giden Villa’nın 25 m’den vurduğu topu çıkarması ve yıllardır orta sahada canavar gibi koşan basan pas alıp pas veren ama bir türlü gol atamayan “bal yapamayan arı” Camoranesi’nin oyuna girdikten sonra yakaladığı pozisyonda sert vuruşunu Casillas’ın ayaklarıyla güç bela çıkarması oldu.

Böyle kısır bir maçın drama yanı da elbette penaltılar olacaktı. Bana göre dünyanın hala en iyi kalecisi olan Buffon (Cech’in Türkiye maçında yaptığı hatadan bağımsız söylüyorum bunu) ve Casillas’ın öngörü- beceri ya da yetenek nasıl adlandırırmak isterseniz- durumuna bağlıydı. Tabii penaltı kullanacak oyuncuların soğukkanlılığı ve vuruş kabiliyeti de önemli etkenler; fakat benim açımdan penaltıların asıl kahramanları hep kaleciler olmuştur. Her ne kadar king bittikten sonra PS3’te Winning Eleven oynamaya gitmiş olsak da sağolsun yeni mekanda da TV vardı da kaçırmadık penaltıları. Ben Buffon, Güiza’nın penaltısını çıkardıktan sonra İtalya’nın maçı alacağına inanmıştım; fakat Casillas avantajı İspanya lehine çeviren kurtardığı ilk penaltıdan sonra bir tane daha kurtararak İspanya’yı yarı finale taşıyan isim oldu.



Yarı finalde İspanya’nın rakibi grup maçında bana göre daha iyi oynadığı halde 4 gol yiyip yenilen Rusya. Oynadığı oyun ve aldığı galibiyetlerle morali ve takımca güveni yükselen Rusya karşısında savunması pek de güven vermeyen İspanya’nın akıbeti de turnuvanın en iyi takımı olarak adledilen Hollanda gibi olabilir.

Rakı Masası Adabı

"Rakıyı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve muhabbet eşliğinde içmeli.
Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır.
Bülent Ersoy öyle içiyor diye bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir.
Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır.
Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür.
İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın.

Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz.
Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz.
Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır.
Sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz.
İçilen kahve fincanında, tabağında sigara söndürülmez.
Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama) buz konur.
Bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar...
Rakıya buz koymak neden yanlıştır;
Buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar.
İdeal karışım bozulmuş olur.
En uygunu rakıya soğuk su koymaktır.

İçmeye başlamadan önce aperatif bir şeyler yenmelidir.
Favori zeytinyağlılardır.
Zeytinyağı, mide dolmaya başladıkça üste çıkarak, alkolün genzinize doğru gelmesini engeller.
Rakı sofrasında kadeh yalnızca bir defa tokuşturulur.
Hadi bakalım hoş geldiniz vs. falan diye.

Bundan sonra kadeh tokuşturulmaz sadece kaldırılır.
Masaya yeni birisi eklendiğinde ise tekrar kadeh tokuşturulabilir.
Rakı şalgam suyuyla içilmez!
Mezesiz de rakı içilmez.
Ben akşamcıyım, öyle bir kadehlik keyfim var diyorsanız gidin bira filan için.
Şişe numarasının önemi yoktur.
Zira ilk damıtılan rakı, 01 numaraya denk gelmez.

Rakı masasına avuç içiyle ya da yumrukla vurulmaz.
Bağıra çağıra, böğüre öğüre konuşulmaz...
Sakin olmak, efendi takılmak gerekir...

Önce kendine gel, sonra meyhaneye,
Kalender ol da gir kalenderhaneye,
Bu yol kendini yenmişlerin yoludur,
Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye...



Rakı bardağı boş beklemez...
Evet masadan kalkarken bile dibinde biraz bırakılır.
Usul, adap bilen en genç kişinin saki(*farsça; kadeh sunan) olması adettendir,
büyüklere (ki büyüklük kavramı orada anlam bulur) sakilik yaptırılmaz...
Ev sahibi olsa bile.



Şişede kalan son rakı damlasına kadar eşit paylaştırılır,
daha da içmek isteniyorsa bu paylaştırma ritüeline girilmeden yenisi sipariş edilir.

Rakı sizi ne zaman sarhoş edeceğini zamanında söyleyen bir içkidir,
bunu fark ettiğiniz zaman yanınızdakilere söylemeli, ya da izin isteyip kalkıp gitmelisiniz,
ama eğer sizin kalkmanız masayı dağıtacaksa ölseniz bile orayı terk etmeyin.
Çünkü rakı masasından tuvalete gitmek için bile zar zor kalkılır, hoş karşılanmaz...

Rakı masasında bira, şarap gibi başka alkollü içecekler (masada kibar hanımefendiler olsa dahi) olmaz.
Her nevi ızgara balık (lüfer, çupra, levrek, istrongilos) uğurlu yemeği,
hususi nihavent ve rast makamından sanat musikisi eserleri uğurlu nağmesi,
akordeon, keman ve ud uğurlu çalgısı olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir.
Rakı yalnız başına içilen bir içki değil, meze ile birlikte yavaş (sindire sindire) içilen bir içkidir.
Mide ve beyne belirli bir etki yaptıktan sonra insan keyiflenir ve güzel sohbetlere yönelir.
Yani hem anlatır hem dinler...
Böylece rakı sofrası en az iki kişinin katıldığı toplu bir eylem,
karşılıklı konuşmalara dayandığı için demokratik bir forum,
evrensel ve kişisel sorunların ortaya getirildiği, fikir alıp verilen,
insanın kendisi ile yüksek sesle düşünerek hesaplaştığı bir tür psikolojik grup terapisi olmaktadır.


Unutulmamalıdır ki rakı sofrası saygın bir cemiyettir...
Buraya katılan hem bu meclise kabul edildiği için saygı gören bir kişiliğe sahip demektir
hem de diğerlerine karşı aynı saygıyı göstermek zorundadır.
Herhangi bir marka rakı içilirken başka bir markayı övmemek önemlidir,
aksi yapıldığında, o an yudumlanan nimete hakarette bulunulmaktadır, yanlıştır.

En büyük mezesi muhabbettir.
Muhabbet konusu "Bi' kız vardı, 5 yıl sevdim, yüzüme bile bakmadı" gibi duygusal ağırlıklı olabileceği gibi,
"Bu güneş niye hep doğudan doğuyor, batıdan batıyor?' gibi yarı-felsefi konular da olabilir.

Tam yağlı koyun peynirinin üzerine kırmızı toz biberle renklendirilmiş sarımsaklı zeytinyağı süslemesi...
Turşu gibi ekşi mezelerde yine rakının kendine has tatlı nefasetini(*nefis, güzel...) dengeler,
damarlarınızı büzer, anasonla dost olur...

- NEYMİŞ?
- RAKI İÇMEK SANATTIR."



Aydın BOYSAN

Grand Prix De France 2008 Race

Magny Cours, Formula 1'deki yeni ve heyecanlı pistlerin gölgesinde kalıyor ve artık Fransa Grand Prix'leri yağmursuz çekilmiyor. Baştan sona aynı tempoda giden, ne uzayan ne de kısalan, temiz bir yarış oldu. Zaten tam 19 sürücü tamamlamayı başardı. Yarışta sonucu etkileyen sadece iki olay yaşandı. Biri Hamilton'ın Vettel'i geçmeye çalışırken kurallar dışına çıkıp pitten geçme cezası alması, diğeri ise Raikkonen'in son derece iyi giderken egzoz sorunu yaşayıp liderliği kaybetmesi. Hamilton, biraz daha sakin kalabilse rahatlıkla puan alacak konuma gelebilirdi, çünkü bu yarışta Ferrari'ler dışında pek de iyi performans gösteren araçlar yoktu. Özellikle BMW'ler Kanada'yla oldukça alakasız durumdaydı.




Alonso ise startta iyi çıkış yapamayarak avantajını kaybetti ve son turda yaptığı hatayla da takım arkadaşı Piquet Jr.'ın arkasına düştü. Nelson Piquet ise aldığı 2 puanla belki de F1 kariyerini biraz daha uzattı. Benzer bir durum suya sabuna pek dokunmadan temiz bir yarış sürdürüp 4.lüğe kadar yükselen Kovalainen için de geçerli. Hata yapmasına alıştığımız Heikki'den şaşırtıcı bir performans ve istikrar izledik. Massa da Kimi'nin yaşadığı sorunu iyi kullanarak yarışı kazandı ve sürücüler klasmanında liderliğe yükseldi.






1. Felipe Massa Ferrari 10 Points
2. Kimi Raikkonen Ferrari 8 Points
3. Jarno Trulli Toyota 6 Points
4. Heikki Kovalainen McLaren 5 Points
5. Robert Kubica BMW 4 Points
6. Mark Webber Red Bull Racing 3 Points
7. Fernando Alonso Renault 2 Points
8. Nelson Piquet Jr. Renault 1 Point
9. David Coulthard Red Bull Racing
10. Lewis Hamilton McLaren
11. Timo Glock Toyota
12. Sebastian Vettel Scuderia Toro Rosso
13. Nick Heidfeld BMW
14. Rubens Barrichello Honda
15. Kazuki Nakajima Williams
16. Nico Rosberg Williams
17. Sebastien Bourdais Scuderia Toro Rosso
18. Giancarlo Fischella Force India
19. Adrian Sutil Force India
20. Jenson Button Honda Retired

22 Haziran 2008

Turnuva Notları - Hollanda vs Rusya

- Hiddink, son maçında müthiş performans sergileyen onbirinden sadece Bilyaletdinov-Saenko değişikliğine gitti ve takımından İsveç maçından da iyi bir performans almayı başardı. Özellikle Arshavin oynadığı iki maçla birlikte hemen Avrupa'nın dev kulüplerini peşine takmayı başardı. Onun dışında Zhirkov da mükemmel oyununu sürdürdü ve bence "turnuvanın en iyi sol kanat oyuncusu" ünvanını haketti. Fakat ben yine de Pavlyuchenko hayranlığıma devam ediyorum. Böyle uzun ve fizikli bir oyuncunun, bu kadar ayaklarına hakim, çabuk ve süratli olması kolay rastlanacak bir durum değil.

- Maçtan önce fanatik portakal yazarımız ousvanbaaskay'la konuşurken Ruslar'dan korktuğunu itiraf etmişti. Fakat korkusu Rusya'nın iyi futbolu değil, Van Basten'in tercihleriydi. Van Basten'in sakatlıktan dönen Robben'i, Engelaar'ı keserek kadroya dahil edeceği; Sneijder-De Jong orta sahasının da defansif açıdan yetersiz kalacağını düşünüyordu. O, Van der Vaart'ın kesilmesi gerektiğini söylerken, ben de Kuyt'ı kesip 4-2-3-1 gibi bir dizilişin daha olumlu olacağını savunuyordum. Van Basten ise ikimize de ters köşe yaparak Van Persie'yi kenarda başlattı. Fakat Kuyt'a çok fazla dayanamayıp 2. yarının başında Robin'le değiştirdi.






- Van Basten'in bence bir diğer hatası da prematüre doğan çocuğunu yeni kaybeden Boulahrouz'la başlamasıydı. Açıkçası ben normal şartlar altında da Heitinga varken Boulahrouz'un sağ bek oynamasını anlayamıyorum, hele bir de böylesine kafası başka yerdeyken, böylesine önemli bir maçta oynatması daha da ilginç. Belki bir nevi oyuncusuna destek olduğunu göstermek istemiş olabilir fakat burası turnuva, bu maçın telafisi yok, burada yapılacak hareket değil bence bu. Ayrıca Engelaar'la başlaması ne kadar doğru bir kararsa, oyunu riske etmek istediğinde ilk isim olarak onu düşünmesi de bir o kadar yanlış. Turnuva boyunca, Engelaar oyunda olmadığı zaman Hollanda'nın orta sahası itinayla çöküyor. Bu maçta da, oyundan çıktıktan sonra Rusya'nın kontraları iki katına çıktı. Birini değerlendirebilmiş olsalar uzatmalara falan gerek kalmayacaktı. Uzatmalarda da Hollanda orta sahası, Konya ovasından farksızdı. Ruslar keyiflerince oyunu yönlendirip girdikleri pozisyonları değerlendirdiler ve rahat bir şekilde tur atladılar.


- Rusya'nın ilginç bir özelliği de sürekli üstüne koyarak turnuvada ilerlemesi. Bu genelde İtalya için söylenen bir yorumdur; grup maçlarını çok iyi oynamayıp turlar ilerledikçe takımın performansının artması. NBA'de de bu başarıya giden yolda oldukça önemli bir parametre olarak değerlendirilir. Rusya da ilk maçında İspanya karşısında maça iyi başlamasına rağmen golden sonra dağılmıştı. Ardından Yunanistan karşısında fena olmayan bir oyun sergileyerek galibiyete ulaşmışlardı. Grubun finalinde İsveç'e karşı oldukça iyi bir oyunla gruptan çıkmaya hak kazandılar. Son olarak dün gece de, grup maçlarında İtalya, Fransa gibi devlere futbol dersi vermiş, turnuvanın taraflı-tarafsız herkes tarafından en büyük favorisi ilan edilen ekibini sahaya gömdüler. Eğer bu şekilde üstüne koymaya devam edeceklerse final maçını sabırsızlıkla bekliyorum :)




- Hiddink'in düşünmesi gereken en önemli nokta; yedikleri gol. Hollanda aynı serbest vuruşu, aynı taktikle 3. kez attı. İlkinde iki Hollanda'lı ıska geçince top dışarı gitmişti, ikincisinde topa müdahale gelmiş fakat gol olmamıştı. Çekirge tabii yüzellisekiz kere zıplayacak değil, sonuçta bu takım Hollanda, üçüncüde Nistelrooy golü attı. Aynı oyuna üç kez düşmelerini tecrübe eksikliğine vermek istiyorum ama sonuçta bu adamlar da dünkü çocuklar değil. Eğer şampiyon olmak istiyorlarsa duran toplara daha çok çalışmalılar.

- Maçtan ilginç bir detay da Lubos Michel'den. Maçın son dakikalarında Sneijder, çizgiden çevirdiği toptan sonra Kolodin tarafından düşürüldü ve Michel de sarı kartı olan Kolodin'e ikici sarıyı ve kırmızıyı gösterdi. Fakat bunları yaparken yan hakemin havada olan bayrağını görmemişti. Ancak Rus oyuncular uyardıktan sonra bayrağı görüp, kartı iptal etti. Burada aklıma iki soru işareti takılıyor. İlki, bu hakemlerde kulaklık ve titreşim cihazı var, neden yan hakem Michel'i uyarıp bunların yaşanmasını engellemedi? Diğeri de, ya orda oyunculardan biri sakin kalamayıp hakeme sarı kart gerektiren bir itirazda bulunsaydı(örneğin alkışlasaydı) ne olacaktı? Sonuçta oyuncu haklı, kartın iptal edilmesi gerek, fakat bir yandan da hakemin otoritesini sarsacak şekilde hareket edemez. Bu durumda hakemin yapması gereken hatasını kabul edip oyuncunun hareketini pas geçmek midir, yoksa otoriteyi korumak adına -haksız bile olsa- kartı çıkarmalı mıdır? Ahmet Çakar'a videofonla sormak lazım bunu.





- Bir notum da turnuvayla ilgili; grup liderliğini garantileyen takımların as oyuncuları dinlendirme taktiği ters tepti. Şu ana kadar çeyrek finallerde, son maçlarında as oyuncularını dinlendirme fırsatı bulmuş üç takım da elenirken, grup ikincileri üçte üç yaptı. Sanıyorum oyuncuların kendilerini hazırladıkları maç ritmleri bozulunca performanslarında da bir düşüş oldu. Daha da ilginç bir nokta ise; grup liderlerini eleyen üç takımın ikisi, kendi gruplarından çıkması bile sürpriz sayılabilecek olan Türkiye ve Rusya'ydı. Bizim ortaya koyduğumuz futbol aslında tahminleri yanlış çıkarmıyor fakat inanılmaz futbol şansımız ve asla yılmayan takımımızla buraya kadar gelmeyi başardık. Rusya ise çok daha büyük bir sürpriz yaparak turnuvanın en iyi takımını, turnuvanın en iyi performansını göstererek eledi. Son çeyrek final maçı İspanya ve İtalya arasında. Bu maçı da İtalya kazanırsa grup liderleri sıfır çekmiş olacak ki İtalya'nın kazanması da sanıyorum kimse için sürpriz olmaz. Tarihte bütün grup liderlerinin elendiği bir Avrupa Şampiyonası olmuş mu, araştırmak gerek.

Lucid

Ellerim donuyordu paltonun ceplerinin içinde. O da benden farksız durumdaydı, üşüyorduk. Koluma girdi ve öylece yürümeye başladık.

Ne bok işimiz vardı o soğukta deniz kenarında bilmiyorum, o da bilmiyor gibiydi ve yürümeye devam ederken; "Canım midye çekti, yiyelim mi?" dedim. "Boşver, yürüyelim işte" dedi, kabul ettim. Normalde olsa her türlü yerdim o midyeleri arkama bile bakmadan, gitmiş mi trip atıp da yoksa kalmış mı of pof çekerek, umursamadan...

Çay içip muhabbet eşliğinde ısınmaya karar verdiğimizde bu soğukta fazla düşünmeye gerek olmadığını anlamış olacağız ki ikimiz de önümüze ilk çıkan café'ye giriverdik. Çay içmeye girdik; o sıcak çikolata istedi ben Türk Kahvesi istedim. Muhabbet edecektik; o yanımdaki masada oturan çocuğa bakıyordu ben arkasındaki masada oturan kıza bakıyordum. Isınacaktık; o bana baktı ben de ona, buz kesildik.



İkimiz de her günü hayatımızın son günüymüş gibi salt keyfi yaşamaktan nefret ediyorduk, tıpkı hayatımızın ilk günüymüş gibi yediğimiz her şaplakta ağlamaktan nefret etmemiz gibi. Kendi dinimiz, kendi mantığımız, kendi tabirlerimiz, anlamlarımız, sevgimiz vardı yazılı olmayan kurallar kitabımızda. Göz göze geldiğimize anlıyorduk. O yanımdaki masada oturan çocuğa, ben arkasındaki masada oturan kıza... Derin nefretler besliyorduk, siparişler daha gelmemişken kalktık.

Ter bastı, tişörtümü çıkardım; pantolonu ile karşılık verdi. Gerinmek için kollarımı kaldırdığımda kafasını kolumun altından geçirip göğsüme yasladı ve öylece durduk.

Ne bok işimiz vardı o sıcakta kum tepelerinin ardında bilmiyordum, o da bilmiyor gibiydi ve öylece durmaya devam ederken; "Canım sevişmekten çok seni öpmek istiyor" dedim. "Peki" dedi... Normalde olsa her türlü paranoyaklığını sergileyip artık onu sevmediğimden girer, hayatımda başka bir kadının olduğundan çıkardı ama yapmadı.

Öylece durup tepemizdeki akbabaların o sıcakta bilincimizi kaybetmemizi beklemeden üstümüze çullanacağı kanısına vardığımızda fazla direnmeye gerek olmadığına karar verip sadece daha sıkı sarıldık birbirimize. Gözyaşları göğsümden aşağı vücudumun terine karışarak akıyordu, hoşuma gitti. Çenemden kopup saçlarına karışan terimden hiç rahatsız olmuyordu, hoşuma gitti. Beni ben olduğum için ölüyorum diye sevmesi hoşuma gitti. Çünkü ben de onu o olduğu için öldüğünden seviyordum.

Bencilliklerimizden sıyrılalı çok olmuştu; sencilliklerimize adım atalı... Ben yazılmış sayfaların üstüne yazıyordum yazılarımı, o çizilmiş tabloların üstünde çiziyordu resimlerini. Tek yastıkta gençleştirdik birbirimizi gecelerde, sabahına ben ekmeğe şokella sürerken o çayı demlerdi ve aynı masaya oturmakla mükelleftik mükemmelliklerimizde... O; çıplak ve ıslak ayaklarımın parkede çıkardığı seslerin eşliğinde miyavlar gibi şarkı söylemeye bayılırdı. Ben ise o şarkısını söylerken yazılar yazmaya. İkimiz de zevk alırdık tüm bunları yaparken kızgın ütüyü lekesi çıkmak bilmeyen çamaşırların üstünde yanlışlıkla unutmaya.

Titreme geldi, gözlerimi açtım. Yanımda olup olmadığını anlamak için elimle yatağın olmayan öbür tarafını yokladım. Üstümde olması gerekirken arkamda kalan yorganı kendisine çektiğini düşünerek altına baktım, yoktu.



Ne bok işimiz vardı sabahın kör vakitlerinde o rüyada bilmiyordum, o da bilmiyor olacaktı ki yoktu...

Grand Prix De France 2008 Qualification



Ferrari, her zamanki gibi Avrupa'ya dönüşle tekrar atağa kalkmış gözüküyor. Kimi, Ferrari tarihinin 200. pole pozisyonunu kazandırdı takıma. Hamilton 3. en iyi zamanı yapmasına rağmen geçen yarış aldığı ceza yüzünden 13. sıradan başlayacak. Nico Rosberg de aynı şekilde 10 sıra geri gitti ve son sırada. Ayrıca McLaren'ın diğer pilotu Kovalainen de sıralama turları sırasında Mark Webber'in zaman turunda zaman kaybetmesine sebep olarak hatalarına bir yenisini daha ekledi ve o da grid'de 5 sıra geriye gitti. Böylelikle yarınki grid aşağıdaki gibi oluştu;

1. Kimi Raikkonen, Ferrari
2. Felipe Massa, Ferrari
3. Fernando Alonso, Renault
4. Jarno Trulli, Toyota
5. Robert Kubica, BMW Sauber
6. Mark Webber, Red Bull
7. David Coulthard, Red Bull
8. Timo Glock, Toyota
9. Nelson Piquet, Renault
10. Heikki Kovalainen, McLaren
11. Nick Heidfeld, BMW Sauber
12. Sebastian Vettel, Toro Rosso
13. Lewis Hamilton, McLaren
14. Sebastien Bourdais, Toro Rosso
15. Kazuki Nakajima, Williams
16. Jenson Button, Honda
17. Rubens Barrichello, Honda
18. Giancarlo Fisichella, Force India
19. Adrian Sutil, Force India
20. Nico Rosberg, Williams


Bu Ne Biçim Hikaye Böyle?

Kim derdi ki seninle bir gün ayrılacağız
Geçip giden yılların ardından bakacağız
Kim derdi ki bir tanem gün gelip bıkacağız
Ben ve yenik yüreğim yalnız mı kalacağız

diye içli içli söylerdi Nilüfer, meğer bugünlereymiş.



Ruslar iyi oynuyorlardı, hele ki son maçlarında acayip bir hava yakalamışlardı. Fakat rakipleri Hollanda'ydı ve Hollanda bu maça kadar Euro 2008'in en göze hoş gelen futbolunu yani kendileriyle özdeşleşen Total Football'u oynuyorlardı. Kaldı ki son maça yedek kadroyla çıkıp as oyuncularını da dinlendirmişlerdi.

Fakat yine de ben Rusya'dan bir süpriz bekliyordum. Daha doğrusu içimden bir ses diyordu ki; "Ulen orası senin ikinci memleketin her ne kadar tınlamasan da"... Sosyalist bir babanın bilinç altına etkileri de diyebiliriz tabi, neyse...

Ulan kalbim temiz desem değil, biliyorum. Arkadaş, Rusya bir oyuna başladı, elde kucakta ne varsa bıraktım şiir gibi futbolu seyrettim. Ta forvet hattında başlayıp orta alanda şiddetlenen ve kademeye kadar giren Rusya presi Hollanda'nın canına okuyordu.



Bu geceye kadar Hollanda'ya turnuvanın en iyi oyununu oynatan Van Basten kamera ona döndükçe şoka girmiş pozlar veriyordu. Öte yandan Guus Hiddink ise 4. hakem ile şakalaşıyor ve "Ben taktiği verdim aga, çocuklarım da ayarı verir" dercesine maçla ucundan alakalı bir izlenim vermekle beraber 4. Hakem ile ilginç diyaloglara girmekten de eksik kalmıyordu.

Rusya akın akın, sağlı-sollu-ortalı ataklarla Hollanda kalesini zorlarken, Hollanda ise arada tek tük kazandıkları serbest atışlarda, duran toplara zaafı bulunan Ruslar'ın kalesinde tehlikeler yaratıyordu.



Rusya'nın ilk golü geldiğinde yerimden nasıl sıçradığımı anlatamam. O kadar sevindim ki... Fakat sevinmemin sebebi Ruslara duyduğum ya da en azından kadınlarına duyduğum hayranlıktan çok, iyi futbolun bir meyvesini görebilmek oldu. Bu kadar iyi oyuna gidip de serbest vuruştan Hollanda gol atsa üzülürdüm.

Hollanda bastırmaya çalışıyor ama hiçbir etkinlik gösteremiyor, aksine kapanması gereken Ruslar; s.kindirik organizasyonlarla gol bulmaya çalışan Hollandalılar'ın açıklarından faydalanıp son vuruşa kadar varan ataklar gerçekleştiriyorlardı. Bir çok pozisyonu da cömertçe harcadılar ama bunun faturası çok ağır oldu.

O fatura son dakikalarda kesildi ve o duran top zaafı üç kere tepildikten sonra değerlendirildi Hollanda tarafından. Van Der Vaart'ın ortasında Ruud'un kafası durumu 1-1 yapıyordu. "Lan! Bu maçın hakkı bu olmamalıydı. Haybeye uzayacak maç!" diye arkadaşıma hayıflanıp; "Benim bira bitti, seninkinden bir iki fırt alayım" diyerek sahte üzüntülerimi bahaneyle birasını üttüğümü de söylemeden geçemeyeceğim.



Tabi durumun böyle olması yine bir şeyi değiştirmedi. Bizden son dakika golü yiyenler listesine adını yazdıran Hırvatlar kadar bozulmadı Rusların morali, o son dakika golüyle. İnatla saldırdılar ve inatla hapsettiler Hollandalıları kendi sahasına.

Evde maçı beraber izlediğim arkadaşımla Kolodin'in her şutunda, Zirkhov'un her bindirmesinde, Arshavin'in her çalımında kendimizden geçiyor; kaçan her pozisyonun ardından da Hırvatlara ders olarak öğretilebilecek küfürlerle kaçan pozisyonlara yanıyor ve ardından da sırıtıyorduk aptal aptal; "Oğlum ne oldu lan bu Hollanda'ya?"



Ben de onu diyorum, ne olmuş? Taraklara Van Basten ve ekibi sanki bir dönemin stadına büyü yapılmış, muska gizlenmiş Fenerbahçesi gibi oynuyordu. Johann stadda muska arattırmış mıdır bilemem ama Ruslar'ın 2. golü gecikmedi, 3. golü de cabası olarak gelince GUUSFRABA ve ekibi uzun ama rahat bir galibiyet alarak yarı finale çıkan üçüncü takım olarak adlarını yazdırdılar bu turnuvada.

Rusları göze hoş gelen oyunlarından dolayı önce tebrik ediyorum sonra da bu seyir zevki için onlara teşekkür ediyorum.

Hollanda'ya ise bu geceye kadar olan iyi oyunlarından dolayı teşekkür ediyorum. Birden bu kadar bozulmalarının sebebi belki Boulahrouz'dur, belki de Rusların taktiği ters gelmiştir bilemiyorum ama şu maçta yarı finale çıkmayı hiç haketmediler.



Yılların tecrübesi, sempatik adam Guusfraba Hiddink, kendi ülkesini saf dışı ettiği için neler hissediyordur bilemem ama bunca emek sarf ettiği Rusya'nın yarı finalde olmasından çok mutlu olduğu da aşikâr.

Taraklara Van Basten ise sevdiğim bir futbolcuydu, antrenörlüğüne aşık olmasam da severim. Darısı başka zamana diyelim.

Güle güle portakal, hoşgeldin kar...

21 Haziran 2008

Rosetti'nin Hırvat Annesi

Hırvatistan ile yapacağımız tarihi maçın hakemi açıklandığında hemen her yerde Rosetti'nin annesinin bir Hırvat olduğu ve Rosetti'nin de damarlarında dolaşan Hırvat kanı sebebiyle taraflı bir maç yönetebileceği söylendi durdu tüm hafta boyunca. Bahsettiğimiz hakem Rosetti gibi dünya standartlarında, dünyanın en iyi hakemlerinden biri olunca bu ayrıntı çok önemsizdi tabi. O seviyedeki bir hakemin maç sırasında düdüğü ağzına götürürken annesinin kızlık soyadını düşüneceğini varsaymak çok anlamsızdı. En azından kendi adıma Rosetti'yi beğenen bir hakem olarak çok iyi bir maç yöneteceğini düşünüyordum. Ama Rosetti özellikle kartlar konusunda istikrarsız bir yönetim gösterdi. Arda ve Tuncay'a çıkan sarı kartlar biraz ucuzdu bana kalırsa. Özellikle de bu iki oyuncumuzun cezalı duruma düşmesi bu olayı daha da ilginç hale getirdi tabi maç sonrası için. Yanlış anlaşılmasın Rosetti annesi Hırvat diye kartları ucuzca çıkardı demeye getirmiyorum, zaten Hırvat annesinin bundan bir çıkarı olamaz şu saatten sonra Alman olsa belki. Ama Rosetti genel anlamda takdir haklarını genelde Hırvatlardan yana kullandı maç boyunca ve çıkardığı iki kritik sarı kartla da Almanya maçı öncesi kadromuzu oldukça sınırladı. Ayrıca fotoğrafta görülen Petric'i teselli etme sahnesi de ilk kez şahit olduğum bir olay bunu da belirtmeden geçemeyecem. Bunca yıldır bir sürü maç izledik, çokça defa penaltılarla biten maçlar gördük ama kaybeden takım oyuncusunu bu kadar içten teselli eden bir hekemi de ilk kez görüyorum. Rosetti'nin sarı üniforması olmasa baba-oğul sarılması sanabilirdik fotoğrafı.



Tekrar belirtmek isterim ki Rosetti gibi bir hakemin bu derece basit bir nedenden böyle kararlar verdiğini asla düşünmüyorum ama kötü bir maç yönetti neticede benim fikrimce. Petric'i avutma sahnesiyle de bizim Kazım Kanat, Selçuk Yula ve Ahmet Çakar gibi yorumcularımıza da bolca malzeme vermiş oldu. Uzunca yıllar dilimizden düşmez artık.

Turnuva Notları - Türkiye vs Hırvatistan


- 5 gün önce Çek Cumhuriyeti maçından sonra ''insanın hayatında sadece bir kere şahit olabileceği bir maç'' türünden şeyler gevelemiştim. Hepsini yutuyorum.

- Sahaya çıkan takıma kimsenin şikayeti yoktur sanırım. Eldeki sağlam oyuncularla sahaya sürülebilecek en iyi 11 buydu. Gerçi Kazım Kazım'ın yerine Semih oynatabilir, ilerde daha fazla top tutulabilirdi. Böylece Nihat'ta Hırvat defansı arasında kaybolup gitmezdi. Ama Fatih hoca Semih'in yerine süratli, defansın arkasına sarkabilecek, Arda ve Tuncay ile Nihat'a yardımcı olması için Kazım'ı düşünmüş. Saygı duymak gerek.


- Hırvat takımı pres yapan, kaptığı toplarla direk kaleye giden ve de en önemlisi çok iyi pas yapan bir takım. Sabri de ekmeklerine yağ sürünce maçın başında Rakitiç'le etkili oldular. Hakan Balta her pozisyonda ters kademeye girmese maç ilk yarıda farka gidebilirdi. Balta, Çek maçından sonra bugün oldukça iyi ve olgun gözüktü.

-Modrić'in kestiği topu Olić'in direğe nişanlamasıyla rakiplerin direkten dönen şut sayısı turnuva boyunca attığımız gol sayısını geçmişti. Saçma bir istatistik belki ama şansın yanımızda olduğu aşikar.


- İlk yarı boyunca aklımda kalan tek pozisyonumuz Mehet topal'ın şutu. Pek üretken olamasakta önceki maçlara oranla iyi bir ilk yarı geçirdik. Topa daha fazla sahip olduk. Emre Aşık gibi bir stoper savunmanızdaysa topa sahip olmak her zamankinden daha iyidir.

- 2. yarıya baskı yiyerek başladık. Orta sahamız oyundan düştü ve Fatih Terim farkını ortaya koydu. 100 hocadan belki de 100'ü o anda orta sahaya direnç katacak Ayhan'ı alırdı oyuna fakat Fatih hoca beklenmeyeni yaptı ve ön liberosunu çıkartarak ileride top tutabilecek, pres yapabilecek bir forvet aldı oyuna. Gayet işe yaradı bu değişiklik. Hırvatların baskısı kırıldı.


- 2. yarı turnuvanın en sıkıcı devresi olabilir. Rüştü biraz heyecan kattı sadece. Çıkardığı firikik haricinde pimi çekilmiş bir bombayı andırıyordu kalede. Nitekim patlaması uzun sürmedi.


- Uzatmalarda ayakta kalmayı başaran takım bizdik, oyunu kontrol ettik. Ama Rüştü'nün dallamalığı, Modrić'in becerisiyle uzatmaların son dakkasında golü kalemizde bulduk. O anda tek düşündüğüm; bu turnuvada sergilediğimiz performans sonrası bize yakışır bir şekilde turnuvaya veda edecek olmamızdı. Semih'in golü hakkında ise söylebileceğim tek şey; yukardaki böyle istedi.

- Penaltılar öncesi genç Hırvatların böyle yıkımı kaldıramayacağını, moralli olan tarafın kazanacağını düşünüyordum. Penaltılarda beceri filan hikaye psikolojik olarak kim üstünse kazanan taraf oluyor. Öyle de oldu. Yarı finaldeyiz.

- Her şeyden önce bir ilki yaşadık. Tarihimizde ilk defa Avrupa Şampiyonasında yarı final oynayacağız. Bunda en büyük payın şansımıza ait olduğu yadsınamaz bir gerçek. Fakat bu şansı yaratan, hiçbir zaman pes etmeyen milli takımımızla ne kadar gurur duysak azdır.


- Son olarak Almanya maçı hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Eksiğimiz bol, sayacak olursak; Volkan, Arda, Tuncay, Emre Aşık cezalı. Servet ve Emre Güngör'ün turnuvayı kapattığı söyleniyor. Emre B. ve Tümer'in ise sakatlıkları devam ediyor. Bunlara bir de maçın sonlarında kullandığı serbest atıştan sonra sakatlanan (ya da sakatlanmış numarası yapan) Nihat eklendi. Topal ya da Balta stoper olarak görev yapacak. İşimiz gerçekten zor ama bizde bu azim ve bal olduğu sürece neden olmasın diyorum.