30 Ağustos 2010

FIBA 2010 World Basket Seyirci Sorunsalı

İki gün oldu maçlara gidip geliyorum. Malum gönüllü olduğum için maçtan çok önce salona gidip maçlar bittikten sonra salondan ayrılıyorum. Basında gördüğüm saçma bir konuya değinmek istiyorum. "Tribünler dolmadı, boş kaldı, seyirci ilgisiz". Bence bu ucuz bir yorum. Biletlerin günlük satıldığını, tek biletle üç maç izlediğini hepimiz biliyoruz tamam. Ancak her bilet alan adamın üç maçın üçünüde izlemediğini ekran başındaki adam bilemeyebilir de orada bulunan basının göremediğine çocuk olsa inanmaz. Seyircilerin maç seçtiğine bizzat şahit oldum iki gün boyunca. Maçı olan takımın seyircisi maçtan yaklaşık yarım saat önce salona geliyor, maç bitincede gidiyor (geneli) . Aynı sirkulasyon devam eden maçlarda yine gerçekleşiyor. Bütün biletlerin aynı grubun takımlarına eşit şekilde pay edildiğini varsayar isek basit bir hesapla maç esnasında salonun 2/6'lik kısmı anca dolar. Olmadı 3/6. Demek ki zaten salonu doldurma ihtimali gayet zayıfmış.

Bilet fiyatı Türkiye standartları için sarsıcı değil bence. Zone1 için üç maçı 90 liradan izlemek hesaplı. Sonuçta İspanyayı, Fransayı falan izliyorsunuz. Ancak diğer günler için ekstra 90,90,90,90 veya 40,40,40,40 şeklinde gitme ihtimali yok. Sabancı olsan kıyamazsın o paraya işte :)

Neyse fazla kıllattım yine. Diğer ufak notlarımı bildirmek istiyorum. Litvanya seyircisini bizim Buca taraftarına benzettim. Çoğunluğu maça kafası güzel geliyor. İlk gün merdivenlerden, koridorlardan Litvanyalı topladık. Tribündeki sevimli görüntüleri olduğu kadar kafaları güzel yaptıkları ile de eksi not aldılar benden. Fransa seyircisinden tiksindim. St.Germain Huzur Evi sakinleri Dünya Şampiyonasına gezi düzenlemiş gibi hissettik. Derisi buruşmamış Fransız sayısı düşüktü. Yaşları gibi küstahlıkları had safadaydı. İngilizce konuşan Fransız sayısı çok azdı. Bilmediğinden değil götlük olsun diye yaptıklarını anlayabiliyoruz. Sevemedim Fransızları. İspanyollar'ın çoğunluğu İzmir'de yaşayan İspanyollar. Biraz çekingenler, genelde kendi hallerinde takılıyorlar. Türk taraftarlarda çoğunlukla İspanya'yı destekliyor. Formalı tişörtlü çok İspanyol apaçisi Türk gördüm. Lübnanlılar bildiğin Lübnanlı. Sigara içilmez pankartının altında çömerek sigara içen mi ararsın (ki her 20 metrede bi sigara içilebilir alanlar var koridorlarda) sıçıp sifonu çekmeyen, fotoğrafını çektirtip satın almayan... Yine de 90dk susmadılar tarzı desteklediler takımlarını. Kanadalı 3-5 kişi gördüm onlarda yanlışlıkla geldiler heralde. Yeni Zelandalı taraftarlar açık ara favorim. Muhtemelen İngiltere'de yaşıyan kiwiler gelmiş. Son derece rahatlar. Bünyeler alkole alışkın olduğu için alkollü olsa da kontrolsüz değiller. Tribünde "neşe" yapan tek ekiptiler. Daha kalabalık gelseler eğlence artardı.

Bunların haricinde gördüğüm ve ayıpladığım bi olay oldu. Öğlen Litvanyalı seyirciler salona girerken sarhoş bi taraftar bi bayan polisi bildiğin avuçladı. Tam "parmak attı" tanımına uymasa da net taciz etti. Ben tam ulan olay çıktı be derken kadın polis gayet sırıtarak hıhı hihi falan sesler çıkardı. Şimdi diyelim ki aynı olay Buca maçında oldu... Sizin pasifliğinizi yiim ben be kamiller!!!

26 Ağustos 2010

Japon

23 Ağustos 2010

FIBA 2010 WORLD CHAMPIONSHIP VOLUNTEER KIT *leaked*




Şort siyah, tişört ilginç bi kırmızı, şapka siyah, MP tarzı ayakkabılar... Aslında giyerek bi foto koymak isterdim ama tecrübelerim bi çimçik attı :)) Turnuva gönüllüleri bunları giyecek arkadaşlar. Dişiler beyaz tişört giycek onlar daha güzel. İlk gün kasmazsa ayakkabıları derhal değiştirir akşamınada GG'da arttırmaya koyarım.

Not: Bu arada arkadaşlar, İzmir'de maç izleyecek arkadaşlar isterse iletişime geçsin...

Bu Benim Formam

Adidas bu sezon formalarda genelde beklenenleri karşılaymadı özellikle Türkiye Liglerinde. Fener&Galatasaray formaları komple kötü. Fenerin çubuklusunu, Galatsaray'ın parçalısını Lescon'da aynen yapabilir zaten. Beşiktaşın formaları daha bi giyilebilir artı yeni transferlerin gazıyla bu sezon birden fazla forma alan BJK taraftarı çok olur.

Bu sezon bizim takımda lescon'dan lotto'ya geçti. Federasyonun kataloğunda 5 forma seti var yine ama 6. seti daha ilk haftadan eklemişler. Hepsi birden satışa çıkınca hangisini alacağımızı şaşırıyoruz. Parçalı, çubuklu, sarı, lacivert, beyaz, fosforlu öeeeffff yeter.

Son 1-2 sezondur forma'ya ciddi paralar harcamıyorum. Önceleri hayvani paralar yatırırdım formaya neyse ki o illetten kurtuldum. Ama şu Çelsi formasını almassam eksik kalırım diyebilirim. Alternatif formalar İngilterede fazla tutulmuyor. Mesela Chelsea taraftarı %90 mavi forma giyer. O yüzden bu formada elde kalır, sezonun ikinci yarısı indirimden çakarız inşallah. 2. yarı doğumgünüme doğru başlıyo, bi forma fena gitmez hani... :)

21 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri: Mabed ve Tapınak

Bu girdide, Japonya'daki din ve ibadethanelerden bahsedeceğim. Öncelikle Japonya'nın dini inanışı hakkında kapsamlı bir yazı yazacak kadar bilgiye sahip olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak Şintoizm ve Budizm dinlerinin iç içe girdiği bu ülkede, ibadethaneler hakkında en azından çok temel birkaç noktayı sizlerle paylaşacağım, ki gördüğünüz yapının en azından hangi din için olduğunu ayırt edebilir hale geliniz. Bu yazıyı, Japonya'da bana anlatılanlar, çektiğim fotoğraf ve videolar ile internette yaptığım araştırmalar sonucu oluşturdum

Japonya ile ilgili önceki yazılarda bahsettiğim üzere, Japonya'nın içine kapalı ve dışarı tamamen açık olduğu dönemler ola gelmiş. Çin kültürü ve dini ile tanışmaları, dışa açıldıkları 6.yüzyıla denk geliyor. Japonlar dışarıdan ithal ettikleri kavramları, kendi kültürlerini zenginleştiriyor olarak görüp bunları sahiplenir ve kendileri yaratmışçasına benimserlermiş. Bu bağlamda ilk örnek, şu anda kullandıkları Kanji alfabesi Çin alfabesiyle neredeyse birebir. Örnek olarak Çince konuşamayan bir Japon, meramını Kanji alfabesiyle Çinlilere anlatabiliyormuş. Diğer ve yazıyla alakalı olan örnek ise Budizm.



Japonların kendi anlayışına göre, her kabilenin kendine özgü inandığı ve taptığı tanrılar varmış- adları da kami . Çeşit çeşit nesnelere tapılan ve inanılan bu sistemde; kabilelerin en güçlüsü, şu anki imparatorun ecdadı, kendi anlayışını ülke geneline kabul ettirerek bütünsel bir dini ideolojinin temelini atmış. Japonlar bu dine, kami no michi diyorlarmış- Tanrılar'ın minvali/ tarzı anlamında. Çin alfabesini benimsemelerinden sonra bu sözcüğün telaffuzu Shin tao olduğundan, o günden itibaren bu ad kullanılır olmuş ve günümüze kadar gelmiş. Yukarıda gördüğünüz resim, bir Şinto mabedinin girişine ait.



Avrupa'daki kullanımı 45 derece açıyla Nazi bayrağında olan swastika, Japonya'da Şinto mabedlerinde adak ve sunak yerlerinde bulunuyor. Ayrıca haritalarda, swastika mabedleri temsil ediyor. Swastika'nın muhtelif anlamları olmasından mütevellit, konuyla ilgili net bir açıklama yapamayacağım maalesef. Ancak Şinto ibadethanelerine mabed demem, alelade bir sözcük seçimi değil. İngilizce'de shrine olarak geçiyor- ve pek çok farklı dinde farklı maksatlarla var olsa da, Japonya'da Şinto ibadethaneleri için kullanılıyor. Japonca'da ise Şinto ibadethanelerine jinjya adı veriliyor. İki üstteki resimde de görebildiğiniz üzere pi sayısına benzer, torii adı verilen giriş kapıları var.



Yukarıda gördüğünüz ve benim bulanık bir şekilde resmini çekebildiğim ibadethane, Kyoto'daki ünlü Kiyomizu Budist tapınağı. Budizm ile ilgili ibadethaneler, İngilizce'de temple olarak- Japonca'da ise tera olarak geçiyor. Kiyomizu, dünyanın 7 yeni harikası için son 21'e kaldığını ama listeye seçilemediğini belirtmekte fayda var. Ek olarak mizu Japonca'da su demek, kiyo saf/ temiz anlamına geliyor. Bu tapınaklar, mutlaka Buda'nın görüntüsüne benzer evler içermekte ve kendilerini mabedlerden böyle ayırt edebiliyorsunuz. Aşağıdaki resimde gördüğünüz 3 farklı kanaldan akan suların en fazla 2'sinden içtiğiniz takdirde bilgelik, sağlık ve uzun yaşam bahşedilmiş olacaksınız deniliyor. Tapınağın adının kökeni hakkında az da olsa bilgi veriyor. Son olarak sizlere, Kiyomizu'nun ilkbahar ve güz dönemindeki resimlerini internette aramanızı şiddetle öneririm.



Yazıyı sonlandırırken camiiler ile Şinto mabedleri ve Budist tapınakları arasındaki belli başlı benzerlik ve farklılıkları sizlerle paylaşıyorum. i) Eli dirseklere kadar yıkayıp ağzı su ile çalkalamak, abdest almak ile benzer nitelikte. ii) Ayakkabıları çıkararak tapınağın/ mabedin içine girmek ortak. iii) Dua tarzı tamamen farklı; önce bozuk para atarak bir adakta bulunuyorlar. Daha sonra Tanrı'nın dualarını duyması için ellerini iki kere çırpıyorlar. Başlarını eğerek de dualarını sonlandırıyorlar.
Aşağıda göreceğiniz video, Tokyo'daki Asakusa mabedinde çekilmiştir. Göremeyenler için farklı bir link.


20 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri: Shinkansen

Japonların 1964 yılında kullanıma açtıkları Shinkansen, dünyanın en hızlı trenlerinden biri. Benim bindiğim Tokaido hattındaki Shinkansen, saatte 300 km hıza kadar çıkabiliyor. Yeni teknoloji maglev trenleriyle, saatte 581 km hıza ulaşacak Japonlar. Maglev, magnetic levitation sözcüklerinden oluşturulmuş bir port manto. Trenin kaldırılması ve itişi için mıknatısların kullanılması esasına göre işleyen yeni bir sistem.

Sözcüklerin kökenine olan merakım bu konuda da beni terk etmedi, bulduklarımı sizlerle de paylaşıyorum. Shinkansen sözcük olarak yeni demiryolu hattı olarak çevrilebilir; ama mermi tren olarak da geçiyor. Tren ise dilimizde katar olarak da zaman zaman kullanılmakta; ama eski sıklığının kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Trenin sözcük kökeni ise Latince'den geliyor- çekmek anlamında. Katar ise Arapça kökenli bir sözcük olup taşıt dizisi anlamına geliyor.

Yazıyı, arası 477 km olan Tokyo- Kyoto'yu 2 saat 21 dk.da aldığım tren yolculuğu sırasında kendi kameram ile çektiğim görüntülerle sonlandırıyorum. 9.23'te başlayan yolculuk 11.44'te sonlandı, yolculuk öncesi biletin üzerinde yazan zamanların aynısı. Wikipedia'da yazana göre, yaklaşık 160000 seferde, belirtilen zamandan olan sapma 6 sn. imiş. Japon dakikliği tam olarak da bu!





Yukarıdaki videoyu göremeyenler adına farklı bir link.

17 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri-6

Şu ana kadar Japonya hakkında spor ile ilgili herhangi bir şey yazamadığımdan, Japonya'nın futbolundan başlayıp THY ve Brezilya ile devam eden nihayetinde Tabata ile biten bir yazı yazmaya karar verdim. Yazıyı olabildiğince sosyal ve ekonomik iddialardan uzak tutmaya özen göstereceğim diyorum; ancak yazı akışlarını sıcak havalarda denetim altında tutmakta güçlük çekiyorum. Mazur görün şimdiden.

Zamanında ODTÜ'nün devrim stadında Amerikan futbolu oynarken veya Türkiye'deki federasyonda kullanıldığı şekliyle korumalı futbol oynarken, üniversitenin öğretim üyelerinden biri tribünlerde oturan arkadaşımın yanına gelip "Türk kaşığıyla Amerikan boku yemekten başka bir şey değil bu yaptıkları." demiş. Mekan Devrim stadı olunca damarı kabarmış olabilir bu sözleri diyen zatın. Kişisel görüş olarak belirtiyorum; aynı mantıkla futbola da İngiliz icadı denilebilir. Ama şu anda baktığımızda, dünyaya mal olmuş bir spor sonuçta futbol, İngiltere'nin esamesi okunmuyor. Benzer şekilde, basketbola kimse Kanada icadı demiyor. Ama Kanada'ya İngiliz icadı diyen çıkabiliyor, orası ayrı bir nokta.



Yukarıdaki anekdotu sizlerle paylaşmamın nedeni, Japonya'da en çok sevilen, takip edilen ve oynanılan sporun beyzbol olmasıdır- ODTÜ'deki hoca misali bir yorum yap geliyor insanın içinden ister istemez. Sumo ikinci sırada. Futbol, öndeki ikiliyi yakından takip ediyor. Hatta beyzbol ve sumonun tahtını salladığı, en revaçta spor olma yolunda ilerlediğini pek çok kişiden duydum. Captain tsubasa gibi bir anime efsanesini kazandıran Japon halkının, futbolu sevmesinde çok da şaşılacak bir şey yok. Dünyanın geneli seviyor zaten, onlar da eksik kalmasın.



Japonya'dayken Türk Hava Yolları'nın Tokyo ofisine gitme şansım oldu ve ziyaretim boyunca THY'nin küresel ve Japonya stratejileri hakkında bilgilendirici bir sunum dinledim. THY'nin globally yours sloganı, dünyanın acayip noktalarına uçuş koymaları, Barcelona/ Manchester United/ Euroleague'e sponsor olma hamlelerinin hepsinin tek bir amaç ile yapıldığını öğrendim: Dubai'nin şu andaki aktarma merkezi konumunu, İstanbul'a kaydırmak.
Yalnız rakipleri biraz dişli. Emirates. Arsenal Emirates Stadı. Emirates Cup. Daha geçen gün Toronto tenis kupasında adlarını gördüm. Marka bilinirliği bakımından oldukça dişli bir rakip ama THY'nin attığı adımlar da fena yolda olmadıklarını gösteriyor.



THY'nin futbol ile olan ilgisi yalnızca Barcelona veya Manchester United ile sınırlı değil. Yukarıda gördüğünüz resimdeki takım Urawa Reds. THY, Dubai aktarmalı İstanbul uçuşu yerine, Japonya- Türkiye doğrudan uçuşların tanıtımını yapmayı ve nüfus yaş ortalamasının 50 olduğu (genç Türkiye'nin 28) Japonya'daki, Türkiye'ye birden fazla defa gelebilecek kitleyi hedefliyor. Bu profile tam olarak uyan Japonların desteklediği bir takımmış Urawa Reds ve THY, bu gruba ulaşmak adına takıma, saha panolarında firmanın adı maç boyu gözükecek şekilde sponsor olmuş.



Urawa Reds takımının THY'deki ofisinde asılı posterinde, Japon Milli Takımı'ndan en sevdiğim isim olan Tanaka'yı görünce bir mutlu oldum açıkçası. Bir şekilde Türkiye ile bağlantısı olduğundan ileri geldiğini düşünüyorum. Tanaka'nın adının daha sonra Japon arkadaşlarımla yaptığım sohbetler arasında geçmesiyle, kendisine Japonya'da Tanaka'dan ziyade Tulio denildiğini öğrendim. Meğer kendisi Japon Brezilyalısı'ymış veya Brezilyalı Japon. Hangi açıdan baktığınıza göre değişir. Tanaka adı, Drogba'nın dünya kupasına katılamayacak olması ihtimaline sebebiyet veren ve dirseğinin kırılmasına neden olan müdahaleyi yapmasıyla duyuldu diyebiliriz.

Benim asıl şaşırdığım içine bu kadar kapanık olduğundan bahsede durduğum Japonya'nın, Brezilya ile arasındaki bağlantıyı Tanaka aracılığıyla keşfetmiş olmam. Meiji döneminden evvel Japonların yurtdışına çıkışının ve/ veya yurtdışından ülkeye girişinin yasak olması, Meiji dönemiyle birlikte son buluyor. Nüfusun büyük çoğunluğunun tarım ile uğraştığı o yıllarda, toprak kanunu ve vasiyet bazlı nedenlerden ötürü pek çok tarım çalışanı işsiz kalıyor babaları vefat ettiğinde- yanlış hatırlamıyorsam toprağın kardeşler arasından bölünmesinden ziyade, arsanın tümü kardeşlerin en büyüğüne kalıyor.



Brezilya, Portekiz kolonisiyken doğal kaynakları bakımında zayıf olması nedeniyle tarım kaynaklı olarak kullanılmış. Kahve tarları bu bağlamda önemli bir kapıymış Portekiz için. İşçi açığını kapatmak adına, Portekiz topraklarından iltica eden Avrupalılar yetmeyince, ilk etapta Afrikalı köleler getirtilmiş Brezilya'ya, ki zenci nüfusun kaynağı buymuş. 1830'lu yıllarda, Portekiz'den özgürlüğünü alan Brezilya, buna rağmen Portekiz kökenli elit bir kadro tarafından yönetilmekte ve Brezilya nüfusunun 'beyazlaştırılması'na yönelik politikalarla, Avrupa'dan mülteci kabul etmekteymiş. Afrikalı köle ticaretinin de kaldırılmasıyla beraber açığa çıkan işçi kıtlığının çözümü olarak en çok İtalya'dan işçi gelmiş 1900'lü yıllara kadar, ancak bu işçiler Afrikalı köleler gibi düşük maaş ve uzun çalışma saatleri koşullarını görünce İtalya, Brezilya'ya göçü yasaklayan bir yasa çıkarmış.

İtalya'nın ekonomik durumu o tarihlerde nasıldı veya niye bu kadar Güney Amerika'ya göç vermiş bilemiyorum; ancak bu göçler sadece Brezilya'ya değil- Arjantin'e de olmuş. Pek çok İtalyan kökenli Arjantinli oyuncu var veya Arjantin doğumlu anne veya baba tarafından İtalyan vatandaşı. Benim bildiğim en tanınmış İtalyan asıllı Brezilyalı oyuncu Belletti. Listeyi doldurmakta lütfen çekinmeyin.

Japonların Brezilya'ya göç macerasına başlaması, tam da İtalyan işçi kaynağının kesildiği yıllara dayanıyor. Şu anda Brezilya'daki 1.5 milyon kişi Japon kökenlere sahip ve bu sayı, Japonya dışında yaşayan en büyük Japon nüfusunu oluşturuyor. Başka kültürden ve ırktan biriyle evlenmenin hoş karşılanmadığı Japonlarda, 1. ve 2. nesil göçmenler kimliklerini oldukça katı bir şekilde muhafaza ederken; 3. ve 4. nesil Brezilyalı Japonlar Portekizce'yi ana dili olarak benimseyip gurbetçi Japoncası konuşur hale geliyorlar. Tabii, Japonya'nın 1970 ve 1980'li yıllarda acayip gelişen ekonomisinde işçi açığı çıkınca, Japon asıllı bu gurbetçiler Japonya'ya gurbetçi olarak belli teşvik maaşlarıyla tehlikeli sayılabilecek işlerde çalıştırılmak üzere geri de çağrılmışlar. İlginç hikayeler mevcut.

Benim ilginç olarak gözüme takılan birkaç Japon asıllı Brezilyalı var. İlki Deco. Baba tarafından Japon asıllı, ana tarafından Portekiz asıllı Brezilya doğumlu Portekiz Milli Takımı oyuncusu. Kariyerindeki başarıları takdire şayan; ama Portekiz için sadece 5 gol atabilmesi ilginç bir ayrıntı.



Diğeri ise Türk futbolseverlerin yakından tanıdığı Rodrigo Tabata. Gaziantepspor'dan Beşiktaş Jimnastik Kulübü'ne 8 milyon euro gibi uçuk bir rakama transfer olan Tabata da Japon kökenli. Kendisinin başarıları Deco ile kıyaslanabilecek nitelikte değil veya Tanaka kadar sükse yapamadı uluslararası basın-yayında; ancak kesinlikle Türk basın- yayınını uzun süre meşgul etti. Zaten üstteki resime baktığında Brezilyalı demezsin, bildiğin Japon.

Benden bu kadar. Selametle

13 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri-5

Atari, tsunami, samurai, hentai ve sushi Japonların dünya dil tarihine ve edebiyatına kattığı sözcüklerden akla gelenlerden birkaçı. Japon şirketlerin kendilerine has yapılanması, bu alanda yakın zamanda jargona girmeye başlayan sogo shosha sözcüğünü de lügatlara dahil edecektir.

Japonların Çin'in Han hanedanlığı döneminde kendi kültürlerine dahil ettiği ve bugün yazı diline hakim Kanji alfabesiyle 総合商社 şeklinde yazılıyor "sogo shosha". Sözcük anlamı, genel ticaret yapan büyük şirketler topluluğu.

Bu noktada yeni bir paragraf açmak istiyorum.

Büyük şirketler topluluğu İngilizce'de conglomerate olarak geçiyor; ancak akademik jargonda bir işletmenin "conglomerate" olabilmesi için halka açık ve hisselerinin alım satımının yapılıyor olması gerekiyor. Ancak her büyük grup ve bu grup şemsiyesi altındaki iştirakler (yan kuruluşlar), halka açık değil. O yüzden daha geneli kapsayacak bir terim, iş grubunu kullanmak daha doğru. Misal Türkiye'deki holding yapılanması, Güney Kore'deki chaebol ve Japonya'daki sogo shosha, birer iş grubu ancak illa ki bunların hepsinin büyük şirketler topluluğu olması gerekmiyor. Nüans ancak mühim.

Yukarıda açtığım paragrafı kapatırken, bunca "conglomerate" kullandıktan sonra, sizlere Busta Rhymes'ın Respect My Conglomerate şarkısını youtube'dan paylaşıyorum. Buradan izleyebilirsiniz.

Sogo shosha'nın dünyadaki diğer iş gruplarından farkı, özlerine bağlı kalarak ticaret ile varlıklarını sürdürmeye devam etmeleri. Benim staj yaptığım Marubeni, kimono ticareti ile iş hayatına adım atmış ve şu anda 12 bölüm altında 60 farklı ürünün alım-satımını yapıyorlar. Üreticiden alıp tüketiciye ulaştırdıkları mallardan belirli oranlarda yüzde alarak iş yapıyorlar diyebiliriz kabaca. İşlem hacminin büyüklüğü ve ölçek ekonomisi sayesinde bugün hala varlıklarını devam ettirebiliyorlar; ancak konumları sallantıda dersek yanlış olmaz. Çünkü artık üreticiler, rekabetin arttığı günümüz küresel ekonomisinde masrafları mümkün olduğunca kısıp gereksiz aracıları ve işlemleri ortadan kaldırmayı hedeflediklerinden ötürü mallarını doğrudan tüketiciye ulaştırma yolunu seçiyorlar. Örnek olarak Marubeni eskiden Nissan dağıtıcısıyken, Renault şemsiyesi altına giren Nissan, artık araçlarını doğrudan kullanıcıya ulaştırıyor.

Fortune 500 1995'te ilk 7 şirketin 6'sı sogo shosha iken, 2010 yılındaki listede esameleri okunmuyor. Sogo shosha'ların kar payının %1 seviyelerinde takip etmesi, 90'lı yılların Japon ekonomisinin kayıp yılları olması ve üreticilerin tüketiciye doğrudan ulaşma yolunu tercih etmesi, sogo shoshaların yerlerini kaybetmesine neden oldu dersem yanlış olmaz. Ek olarak, son yıllarda yükselen petrol fiyatlarının, şu anki listenin oluşmasındaki etkisini de belirtmekte fayda var.

Üretim yapmayan ve sadece tüccarlık ile bu kadar büyüyebilen sogo shosha'lar, iş hayatındaki varlığını ve başarısını doğduğu topraklara- Japonya'nın kendine has yapısına borçlu. Ülkeye uzun yıllar kapalı ekonominin hakim olduğundan önceki yazılarda bahsetmiştim ve bu kapalılığı açan insanlar, sogo shosha'ların temelini atan tüccarlar. Bunun dünyanın genelinden bir farkı yok- bir yerde olmayan ürünü başka bir yerden temin edip yokluğa satarsın ve para kazanırsın. Sogo shosha'ların oluşmasının en önemli nedenleri, i) Japonya'nın doğal kaynaklarının olmaması ve ii) 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika desteği ile tekrardan kurulan Japon endüstrisinin hammadde ihtiyacının, 1860'lı yıllarda dışa açılan Japon ekonomisinde yurtdışı ile de bağlantılar kuran tüccarlar aracılığıyla karşılanmasıdır.

1960'lardan başlayarak inanılmaz bir atılım gerçekleştiren Japon üreticilerine sağladıkları ham maddelerden üretilen ürünleri, yurtdışına satarak para kazanmak sogo shoshaların ana faaliyetidir. Japon üreticilerin iç pazara satamadığı malların, dışarı arz edilmesinde oynadıkları rol sayesinde bugünkü konumlarına gelen sogo shosha'ların Türkiye'deki holdinglerden en büyük farkı bu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda var olmayan endüstri ve üretim sektörünün, holdinglerin evrimleşme sürecindeki varlığı inkar edilemez ve Japonlar kadar uluslararası bir kimlikleri mevcut değil. Yalnız Türk holdingler, alım- satım bazlı ticaretten zaman içinde üretime kayarken sogo shosha'lar orjinal kimliklerine sadık kaldılar.

Tam olarak da bu sebepten, sogo shosha'lar şu anda değişen iş anlayışından ötürü (üreticilerin doğrudan tüketiciye ulaşma isteği) %1 civarında kar marjı ile iş yapıyorlar. 100 milyar dolar satışa karşılık sadece 1 milyar dolar karları var. 90'lı yıllardan beri yaşadıkları mali sıkıntıların üstesinden gelmek üzere yönetim ve stratejilerinde köklü değişime giden sogo shosha'lar, dünyadaki diğer iş grupları gibi üretimde söz sahibi olma konusunda adımlar atıyorlar.

İş hayatında, sogo shosha'ların varlıklarını sürdürebilmeleri açısından zorunlu olan adımlar, ilerleyen yıllarda değişik şirket alımları/ birleşmeleri/ ortaklıkları olarak karşımıza çıkması oldukça olası. Konu hakkında görüşlerimi daha da uzatmadan, yazıyı da daha fazla dağıtmadan burada noktalıyorum.

07 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri- 4

Tokyo'dan Kyoto'ya geldiğim bugünün sonunda, Türkçe'mize .. kafalı Japon askeri diye giren tamlayanı sıfat tamlaması olan belirtisiz ad tamlaması aklıma takıldı. Oltanın ucunda çırpınan balık misali, kafamı kurcaladı durdu.

Kyoto'daki Doshisha Üniversite'sinin Küresel Çalışmalar bölümü dekanı ve öğrencileriyle beraber siyasal politikalar üzerine sohbet etme şansına eriştim. Tokyo'daki son ofis dışı ziyaretimde de, Japonya Türk büyükelçiliğinde müşteşarımızın Japonya üstüne konuşmasını dinleme fırsatım oldu. Bu yazıda yazacaklarım, benim kişisel görüşlerim olup sohbetleri ve duyduklarımı kendi algı süzgecimden geçirdikten sonra oluşturduğum fikirleri içermektedir.

Her şeyden evvel şunu belirtmek istiyorum: Japon askerinin sıfatı nedir ne değildir bunu yargılamak bana düşmez- Türk askerini yargılamak konusunu ise doğru düzgün takip edemiyorum;o yüzden bir yorum yapmıyorum, zaten konumuz da değil- ama Japon askeri diye bir şey yokmuş a dostlar.



Belki durumdan haberdar olanlar, yazıyı okurken zaman kaybedecek; ama benim gibi bunu ilk defa duyanlar, dünyanın en büyük 2. ekonomisinin ordusuz olmasını öğrenince şaşırır diye tahmin ediyorum.

Elçilikte, müşteşarımız tarafından Japon tarihi üzerine kısa ama kapsamlı bir konuşma, benim gibi bugüne kadar Japonya üzerine çok araştırma yapıp fazla okumamış olan biri için her açından verimli ve faydalıydı. Okinawa adısının dünyanın en yaşlı nüfuslarından birini barındırdığını öğrendim misal. Benim için Okinawa, Black Mamba'nın Hattori Hanzo'ya gidip kılıç aldığı yerdi. Okinawa, uzun yıllar Japonya'da söz sahibi olmuş toprak ağası samurayları ve şogunlarının en kuvvetlisi Tokugawa şogunluğunun üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalan içişlerinde serbest bir adaymış- Çin ile Japonya arasında husumete sebebiyet vermiş çünkü Çin ile de tarihi bağlantısı mevcut. Bunların dışında, Okinawa'daki yerel halk Japonya'nın diğer tüm bölgelerindeki insanlara gaijin demekteymiş, ki Japonca'da yabancı demek.




Okinawa'nın tarihine girip konunun sapmasını engelliyorum ve bana göre en ilginç olan özelliğine geçiyorum: United States Forces Japan Okinawa'da konuşlanan Amerikan üssü ve Japonya'nın para ödediği, ülkenin güvenliğinden sorumlu askeri gücü. Bu duruma nasıl gelindiğine kabaca özetleyeyim hemen. II. Dünya Savaşı sonlandıktan 2 atom bombası sallanıp üstüne Japon şehirlerini hava saldırısı ile bombaladıktan sonra bile bir sürü Japon askeri hayattaymış arkadaşlar. Japon kültüründe yenilgiyi kabullenmek olmadığından ölene kadar savaşılır ve eğer öleceği kesin ise asker kendini öldürürmüş. Meiji dönemiyle beraber şogunluk sistemi kaldırılıp samuraylar yavaş yavaş sahneden silinmeye başlarken, Büyük Japon İmparatorluğu Ordusu 1867'de kuruldu. Bu ordunun ilk yıllarını Son Samuray'ı izleyenler hatırlayacaktır.



1867'de kurulan bu ordu 1945'te kapanmış ya da kapatılmış diyebiliriz. Amerika'nın parmağı olan Japon anayasasında, Japonya'nın savaşa girmeyeceğini belirten bir madde varmış mesela. Yani düşünün ki, tarihin ilk atom bombasını attığı ülkeye yetmemiş bir tane daha bomba sallamış olan ABD, zamanın Japon imparatorunun radyoya televizyona çıkıp teslim oluyoruz demesi üzerine savaşı bırakan Japon askerlerini bir daha kurulmayacak üzere dağıtıyor. Not: Japon imparatoru şintoizm inancına göre Tanrı seviyesinde ve halk onun sesini tarihte ilk defa bu vesileyle duymuş. Bu noktada bir de dip not düşeyim: Japonya'ya atılan atom bombasının yıldönümüydü dün ve bu tarihe kadar ABD, hala bir özür dilememiş Japonya'dan. Kendi meclislerinden geçirmeye çalıştığı tasarıları hepimiz biliyoruz. Neyse devam ediyorum.

Yukarıda gözüken asker, dik kafalı bir Japon askeri. Adı Hiroo Onoda. II. Dünya Savaşı'nda Filipinler'de savaşan bir teğmen ve savaşın bitiminde 30 yıl sonra teslim oluyor. Kendisinin ilginç hikayesinin ayrıntılarına buradan ulaşabilirsiniz. Yazının başlangıcıyla alakayı tutturayım bu paragrafta.

Yazı dağıldı kabul, ama bitiriyorum- az sabır. Japonların kültürleri gereği kendi düşündüklerini doğrudan söylemediklerini biliyordum ve Tokyo'dayken buna şahit oldum. Ancak asıl fikirlerini söylemekten çekinmediği anlar ve konular da olabiliyor. Her ne kadar ABD, Japonya'yı II. Dünya Savaşı'nda bombalayıp dümdüz etse de Japon endüstrisinin gelişip bugünkü konuma gelmesinde büyük rol de oynamış. Japonya'nın tarihi boyunca bir kapalı bir açık seyreden politikası, Tokugawa şogunluğu dönemi sonuna kadar dışarıdan elçi bile kabul etmezken İmparator Meiji ile başlayan ve 2. dünya savaşı sonrasından bugüne kadar da devam eden süreçte açık ekonomi hüküm sürüyor. Amerika, pazarını Japonya'ya açtığı 50'li 60'lı yıllarda dünya pazarının %50'si kadarmış ve Japon mallarına olan talep sayesinde bugünkü ekonomik durumunda Japon'lar. Ancak ne kadar ekonomik olarak kuvvetli olursan ol, kuzeyinde Rusya, batında Çin ve Kore varken senin ordun Amerika. Ne derse yapmak durumunda olmak bana göre çok fena. Yazı bu noktadan sonra siyasileşip politikleşme yoluna sapabilir. Bu sebepten yazıyı sonlandırırken şunu söylüyorum: Kendi ayaklarının üzerinde duran ve kimseye muhtaç olmayan NATO'nun en büyük 2. gücü olan ordumuzun kıymetini bilelim.

04 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri- 3

Staj maksatlı geldiğim Japonya'da, firmanın farklı bölümlerinin alt birimlerinin müdürlerinden aldığım eğitimlerin bana kattıkları gerçekten çok önemli. Japonların misafirperverlik anlayışı, bizimle büyük paralellik gösteriyor- ve hatta belli noktalarda bizden daha ileri bile diyebilirim. Bu özelliklerinden mütevellit, Türkiye'de %90 itin götüne sokulan stajyer olan bizlerle inanılmaz ilgileniyorlar.

Her ne kadar okulumuzun mütevelli heyeti başkanı, aynı zamanda Sabancı Holding Genel müdürü, ile Marubeni şirketinin pek çok iş dalında yaptıkları muhtelif işbirliklerinin, bu stajın ayarlanmasında katkısının büyük olduğunu düşünsem de; nihayetinde bu derece ilgi ve titizliği beklemiyordum.

Bu yazıda iş hayatı ve iş hayatı sonrasından bahsetmeyi planladım. Yazı genel olarak Japonya'daki iş hayatının özellikleri, iş hayatı dışında insanların neler yaptığı üzerine odaklanacak.

Öncelikle, Japon firmaların ofis düzeni filmlerde gösterilen Amerika veya Avrupa usülü bireyselliğe yönelik çalışmaya odaklı hücre yapısında değil. İnce uzun diye tabir edebileceğimiz, yeni çağ döneminde sultanların yemeklerini yediğini nitelikte masaları hayal edin. O masalarda yan yana ve karşı karşıya oturarak nasıl yemek yersin; burada da öyle çalışılıyor. Belki meramımı tam anlatamadım- aşağıdaki resme bir göz atın.



Ne yanınızdaki kişiyle ne de karşınızdakiyle aranızı ayıracak bir perde veya sunta ve hatta suntalem mevcut değil. Herkes önündeki ekrana odaklanmış, işini yapıyor. İlginç bir kafa olduğunu belirtmem gerekiyor. Telefon görüşmelerinin ne kadar sıkıntılı olabildiğini düşünün, mırı mırı hımı hımı diye konuşmak zorundasın.

Konuşmak demişken işyerindeyken kimse cep telefonunu kullanmıyor. Bu durumun, ayıp olarak görüldüğünü söylemişti Japonya'ya gelmeden evvel bizimle ilgilenen Japon dili ve edebiyatı mezunu Marubeni İstanbul ofisi çalışanı.

Vardiya 17.30'da bitmesine rağmen kimse saatinde çıkmıyor. Ama yanlış anlaşılmasın evvelinde çıkmak gibi bir durum söz konusu değil- herkes fazladan çalışıyor. Bazen 1 kimi zaman 2 saate kadar durdukları oluyormuş genel olarak. En az yarım saat durduklarını rahatça söyleyebilirim. Bunun nedeni olarak da kendi üstlerinin işten çıkmamasını söylediler ve Japonya'da hiyerarşiye gerçekten büyük hürmet gösteriyorlar. Büyüğüne saygı göstermemek töhmet altında kalmana neden olur diyebilirim.

Çok şükür iş çıkış saatine kadar gelebildim yazıda- zira tüm eğlence bu saatten sonra başlıyor. En azından Tokyo için. Japonya'nın geleneksel dokusunu korumuş olan yerleşimlerine gitmedim daha; ama şehirde çalışanlar işten çıktığı gibi içmeye gidiyor. Bu böyle biline! Bütün gün amiyane tabirle hayvan gibi çalışan insanlar, işten arkadaşlarıyla içmeye/ eğlenmeye gidiyorlar. Aileden biri hiçbir zaman olmazmış. Aile muhabbeti de dönmezmiş.

Bizi geldiğimiz hafta 2 kere götürdüler hoşgeldiniz partisi babında. Zaten her restoran alkollü olduğundan içiyorsun bayağı bayağı- ama Japon'a göre. Çünkü bunlar 50'lik birayı kendi aralarında pay ediyorlar. Sonra da 4 bira içtim diyorlar. Bardağın boyutu genelde bizim rakı kadehi kadar biraz daha büyüğü "pint" olarak adlandırılabilir. Aşağıda gördüğünüz resimde tipik bir Japon içki masası görebilirsiniz.



Resmi ayrıntılı olarak incelediğiniz zaman, masada şarap ve biranın varlığını kolaylıkla belirleyebilirsiniz. Onun dışında masada su gibi duran ancak sake ve shochular da mevcut. Sake ve shochu patates, pirinç gibi sebzelerin damıtılmasıyla elde edilen şarap ve alkollü içki olarak tanımlanabilir. Herkes farklı alkol aldığından böyle bir çeşitlilik yok- önce bira ile başlanıyor içilmeye- daha sonra şarap- üstüne de sake içiliyor. Ama öyle yavaş yavaş değil- fondip sıtayla. Sonra hepsi pert. Alttaki resim, ofiste benim yanımda oturan Ortadoğu'dan sorumlu takımın üyesi 40'larına merdiven dayamış 15 yıllık bir çalışana ait.



Japonlar güneşi pek sevmiyor ve güneş ile temastan kaçınıyor. Arapça'da güneş kesen anlamı olan şemsiye, Japonya'da sözlük anlamıyla kullanılıyor. O yüzden, yukarıdaki resimde ten rengimize bakarak, koynuma dolanmış Japon dostumun ne kadar kızarmış olduğunu az çok çıkarabilirsiniz.

Adamlar neredeyse her gün iş çıkışı içmeye gidiyorlar. Karaoke olur- etnik restoran olur, Japon faslı olur. Buluyorlar bir şeyler. Hepsi yalpalıyor içtikten sonra- zira içme felsefesi fondip üzerine kurulu. Yaşça büyük ve şirkette senden büyük olanlar "İçeceksin uleyyynnn" diyince bizimle yaştaş olanlar da içiyor. Neticesinde, toplu vefad vakaları görülüyor. Hesabı da en ayık olan ödüyor- ertesi gün herkesten ücretleri topluyor.

Yazı biraz daha uzatırsam okunmayacak hale gelecek; o yüzden burada bitiriyorum. İşyerinde olabildiğine ciddi olan bu insanlar, işten sonra alkolü eksik etmeyen ve sadece iş arkadaşlarıyla takılıp içen moddalar. İçtikçe de eğlenceli oluyorlar. Müstehcen ve komik tavırlara bürünüyorlar.

Şimdilik bu kadar. Sağlıcakla.

03 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri- 2

Japonya gözlemlerimi aktaracağım yazı dizisinin ilki metro ile kapandı; ikincisi de metro ile açılacak. Bu yazıda sevgili Kayhan K.'nın yönelttiği soru üzerine, Türkiye'deki metro çalışmaları ve projedeki gecikme ile Tokyo Metro'sunun inşaası ve arkeolojik altyapı farklılığından bahsetmek istiyorum.

Yazıya girmeden evvel şunu belirtmemde fayda var. Konular üzerinde herhangi bir özgül eğitimim veya uzmanlığım yok; fakat İstanbul'daki metro çalışmaları hakkında işi yapan firmanın kapsamlı ve eğitici bir sunumuna katılma fırsatım oldu. Arkeolojiye olan ilgim ve Tokyo'daki gezi yerlerindeki eserlerin tarihi arkaplanlarında okuduklarımı harmanlayarak birazdan okuyacağınız yazıyı hazırladım.

İlk olarak İstanbul'daki metro çalışmalarından sadece arkeolojik bağlamda bahsetmek istiyorum. Zira projenin yapımı süresinde karşılaşılan zorluklar, daldırma tünel teknolojisiyle yapılan dünyadaki en derin raylı tünel olması, tarihi yarımadanın özel durumuna girersem; Japonya'dan bahsedeceklerim sadece projeyi yapan grubun büyük ortağının Taisei inşaat firmasının ve bu projenin planlanmasında rol alan Marubeni firmasının Japon olması olacak.



Yukarıda gördüğünüz resimde alanın büyüklüğünü ekrandan çıkarmanız mümkün sanırım. Ben gidip görmedim ve bana zamanında söylenilen rakamı da çok hatırlamıyorum. Ama şu sarı ile çizilmiş yer Marmaray'ın metro durağı; 7 m yüzeye kadar kazılmış yer var olan metro durağına bağlantı yapılacak tesis. Yukarıdaki resimde gözükmeyen; ancak aşağıdaki resimde görebileceğiniz, proje sırasınca bulunan tarihi bir liman var, ki burası TCDD hattına aktarma tesisi olarak yapılması planlanmış evvelinde. Şu anda müzeye dönüştürülüyor.



Şimdi bu kalıntılara zarar gelmesin diye arkeologlarımız, büyük bir özenle sadece kaşık ve fırça kullanarak bunları gün yüzüne çıkarıyorlar. Bu işlem yaklaşık 4 yıl sürüyor sadece Yenikapı durağı için. Belli bir derinliğe indiklerinde Osmanlı, daha sonra Bizans, Roma ... sırasıyla belirli bir tarihe kadar kazan arkeologlarımız, toprağın niteliğine göre artık daha fazla kalıntı olamayacağından emin olana dek inşaatın başlamasına izin vermiyorlarmış. Şu anda, Yenikapı'daki arkeolojik çalışmalar sonuçlanmış; ancak Cağaloğlu'nda hummalı bir çalışma devam etmekteymiş.

Bu paragrafa kadar hala Japonya'dan bahsedemediğimi biliyorum; fakat bu vesileyle Marmaray hakkında az da olsa güncemizde bahsetmiş olmak istedim. Konuyla ilgili sorusu olanlar varsa, daha sonra konuşuruz. Şimdi gelelim Japon Metrosu'na.

Günlük taşınan yolcunun yaklaşık 9 milyon olduğu, 282 duraktan oluşan ve 1927'den beri işleyen Tokyo Metro'su, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD hava saldırısından şehrin geri kalanı gibi etkilenmiş. Japonya'nın geri kalanı gibi Tokyo da, 1945'ten sonra yeniden yapılanma sürecine girmiş; doğal olarak ulaşım ağını baştan yapmak durumunda kalmışlar. Olayların gelişiminde ufak değişiklikler olabilir- ama genel olarak tarihsel ilerleyiş budur.

Tokyo, kelime anlamı olarak doğu başkenti demek olup; feodal shogunlar ve samurailerin söz sahibi olduğu kralın fazla esamesinin okunmadığı Edo döneminin kapanıp bugünün endüstriyel Japonyası'nın tek nesil içerisinden temellerinin atılıp meyvelerinin alındığı Meiji döneminin başkentidir. Bu işleri başaran Japon kralının taç giydikten sonraki adı da Meiji'dir. Aşağıdaki resim de Japon kraliyet ailesinin sarayı. Bildiğin tahtadan yapılma. Beton yok. Çimento yok. Tahta. Depremler, yangınlar derken yıkılan tüm yapılan tabiat anaya geri dönüyor.



Okuduğum çoğu belgede yangından tahrip olan ve aslına uygun yapılmış pek çok tarihi eser vardı. Ya da 2. Dünya savaşında atılan nükleer bomba ve daha sonra 1945'te yapılmış olan ABD hava saldırısı neticesinde hasar alma veya yok olma hikayeleri. Dediğim gibi konuya çok hakim değilim; tahta dediğin de arkeolojik kazılarda çıkıyor nihayetinde. Eğer öyle olmasa Yenikapı'da gemi kalıntıları ve liman kazıkları bulamazdık. Konuyla ilgili bilgisi olanlar yorumlarını esirgemezlerse memnun olurum.
Ben de Türkiye'ye dönene kadar, yerel halk ile konuyu tartışıp buraya ekleme yaparım.

Daldan dala atlamışım gibi hissettim yazı da birazcık; ancak sadece gözlem ile bu kadar akıcı olabildim. Japon kaynaklardan aldığım bilgilerle ilerleyen yazılarda bu konu hakkında daha da bilgi paylaşmayı düşünüyorum. Görüşmek üzere.

02 Ağustos 2010

Japonya Seyir Defteri

Japonya'da geçirmekte olduğum süre boyunca gördüklerimi not almamın çok hayati olduğunu anlamam, buradaki ikinci günüme denk gelir. Günlük tutmayı oldum olası bana göre bulmadığımdan bari en azından not alayım da, her şeyin her türlü farklı olduğu bu ülke, ırk ve kültür hakkında gözlemlerimi olabildiğince paylaşabileyim istedim. Ha, çok mu meraklıyım peki paylaşıma? Pek sayılmaz, ama eş- dost sorduğunda bir- iki kelam laf edebilmek lazım. Bir de şöyle bir Latin deyiş vardır: verba volant scripta manent.

Bugün Japonya'daki 2. haftam ve bundan önceki haftada aldığım notlar defterde duruyor. Dijital ortama aktarmak da zor geliyor, o yüzden hazır bu yazıya başlamışken geçen haftadan kaydettiklerimi yazıya serpiştirmeyi uygun gördüm. Yazının akışını buna göre oluşturacağım, okuyucuların bilgisine.

Japonya'ya gelmeden evvel, staj yaptığım firmanın İstanbul Ofisi'nde 1 hafta süreyle şirketin işleyişi, faaliyet gösterdiği sektörler ve Japon firmaları hakkında ön eğitim aldım. İstanbul'daki eğitim süresince Japon müdürlerin, gideceğim şehirler (Tokyo, Kyoto ve Osaka) hakkındaki yorumları hep aynıydı: "Çok sıcak ve çok nemli"
Bu lafı işittikçe, kendi kendime "İstanbul da sıcak birader yani, nemli olduğunu da biliyoruz. Amma da abartıyorsunuz be" diyordum. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, adamların söyledikleri kadar sıcak ve nemli. Nefes almakta zorlanıyorsun. Dışarı çıktığında yüzüne fön vuruyor resmen. Daha sonra klimalı ortamlara- ofis, metro vb.- giriyorsun. Daha sonra yine dışarı çıkıyorsun ve sistem-i vücudun sıkıntılı oluyor.

Yazının bu noktasında şunu da belirtmem de fayda var. Tokyo'ya Dubai aktarmalı geldim ve Dubai'ye indiğimde yerel saate göre 01.00 idi. 37 derece diyordu sıcaklık uçaktan inmeden evvel. Merdivenden dışarı adım attığımda, heralde uçak motorundan bu kadar sıcak dedim. Ekmek fırını içinde gibi hissettim kendimi Allah sizi inandırsın. Aktarma terminaline otobüs ile götürülürken, klimalı ortamdan dışarı adım attığımda gözlüklerim buğulandı. Bu tarz bir fiziksel tepkimeyi daha önce hiç gözlemleme şansım olmadıydı. Sanırım bu bağlamda Dubai > Tokyo.



Japonya hakkında ilk bahsetmek istediğim nokta Tokyo Metro'su. Yukarıda resmini gördüğünüz demiryolu ağı, Tokyoluların istedikleri noktaya metro ile gitmesine olanak sağlıyor. Öyle bir ulaşım ağı kurmuşlar ki, yolda yürüyen insan sayısının azlığına şaşırıyorsun. 35 milyon civarında nüfusu olduğunu öğrendiğim Tokyo'da, insanlar yeraltı takılıyor diyebilirim. İstanbul underground rap, hiphop, Ceza... demeden geçmek istemedim. Shinjuku bölgesindeki tren durağı dünyanın en yoğun durağıymış. Günlük kullanan insan sayısı 3.8 milyon! Dip not: Shinjuku, Tokyo Büyükşehir hükümetinin bulunduğu merkezi bir yerleşim. Bubble Tower adı verilen, Japonya'nın çok hızlı büyüdüğü 70 ve 80'li yıllarda inşa edilen şehrin en büyük binasına ve onun etrafında dizilmiş pek çok gökdelene ev sahipliği yapıyor.



Bu arada bilmeyenler için altyazı geçeyim- Japonya'da trafik soldan akıyor. Direksiyonlar sağda yani. Alman markaları tek tük gözüme çarpsa da her yer Japon arabası diyebilirim. Benzinin fiyatı bizim fiyatın yarısı.

Neyse metrodan başladım- metrodan devam edeyim. Metro istasyonlarında iklimlendirme birimleri kullanmıyor sanırım Japonlar. İstanbul Metrosu(?)nda tüm duraklarımız göreceli olarak havalandırmaya sahip diye hatırlıyorum. Bunca nemli ve sıcak memlekette bu konuya pek eğilmemişler. Küresel ısınma kaygılarından ötürü olduğunu düşünüyorum.

Metro ortamını sizlerle biraz daha ayrıntılı paylaşayım. İlk olarak, metroda yaşlıya yer vermek gibisinden bir durum yok. Adamlar ayakta duruyor, yer verilmesine de gocunup darılma durumları oluyormuş. Şu ana kadar kimsenin yer istediğini veya verdiğini görmedim. İkincisi, cep telefonu ile konuşmak yasak; bu sebepten genci yaşlısı kısa mesajlaşıyor metrodayken. Teknolojik bağlamda baktığında, eğer ki telefon kullanmıyorsa PSP oynuyor veya Nintendo. Üçüncüsü, uyumayan her Japon mutlaka zamanını değerlendiriyor. Teknolojik takılmayan Japonlar da, kitap veya mecmua okuyor. Bu arada Japon alfabesi soldan sağa ve/veya aşağıdan yukarı olabiliyormuş bunu da burada öğrendim.
Metroda herkes dip dibe oturuyor. Hani şurası boşmuş/ yanımda kimse olmasın, rahat rahat yayılayım yok. Bana göre yakın oturuyoruz gibime gelen yanımda oturan kişiyle arama bir Japon oturabiliyor. Bu, yer ve alan mefhumu çok acayip zaten daha sonra tekrardan değinirim buna.

Yazı çok da fazla dağılmadan burada noktalandırıyorum. Sıkıldıkça gözlemlerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Sağlıcakla, sayoonara.