Günlerdir tartışılan şu sistem ve Türkiye'nin belli bir ekolü olmadığı tartışmalarıyla ilgili birkaç kelam edeyim dedim. Şimdi öncelikle şunu kabul etmek lazım ki Türkiye'nin uluslararası futbol geçmişi 20-25 senelik, hatta bu süreçte bile istikrarlı bir takım değiliz. Kendiyle özdeşleşmiş bir ekolü olan ülkelerin ise en az 50 senelik uluslararası geçmişleri var! Bir ekolün oturması için en azından 3-4 jenerasyon boyunca benzer sistemin uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye ise şu anda bunun temelini atma girişiminde. Gerçi 1996'da Fatih Terim prese dayalı ofansif bir sistemi Türk ekolü olarak benimsetmek için uğraş vermişti fakat bu sistemi ülke ekolü yapacak kadar kaliteli futbolcu yetiştiren bir ülke olmadığımız için sadece Galatasaray ve 2002 milli takımı bu oyunla başarıyı yakalayabildi. Tabii burada en önemli nokta altın jenerasyondu. Fatih Terim, sisteminin kolay oynanabilecek bir sistem olmadığını ikinci GS macerasında kavradı ve milli takımın başına geçtiği günden beri bu sistemin biraz daha kolay olan versiyonunu yaratmaya çalışıyor. Şu anda bakıldığında oturtulmaya çalışılan sistem pozitif futbolun gereklerini yerine getirirken defansif sorumluluklarını unutmayan ve çağdaş futbol içinde geçerli bir sistem. Fatih Terim'in benimsetmeye çalıştığı taktiksel diziliş ise bence medyada yazılıp çizildiği gibi 4-3-3'le sınırlı kalmayıp 4-2-2-2, 4-3-2-1 veya 4-2-3-1 gibi uygulanabilen, tandem savunmanın önünde 2, duruma göre 3 önlibero ve 2 kanat, yerine göre de 2 forvet, 1 forvet veya 1 forvet-1 forvet arkası olarak oynanabilecek, maçın gidişatına göre kendine şekil veren bir taktik. Fatih Terim'in bu tip esnek taktikleri sevdiği ve maça müdahale ederken getirdiği avantajları da iyi kullandığını düşünüyorum. Eğer önümüzdeki turnuvada bu taktikle başarılı olursak, tıpkı 2000'den sonra Türkiye liglerindeki açık futbol + pres furyasında olduğu gibi bir çok Türk takımının başarı getiren bu taktiği uygulamaya başlayacağını tahmin ediyorum. Aradaki fark ise o sistemi sınırlı kapasitesi olan Anadolu takımlarının uygulaması neredeyse imkansızken, bu sistem yetenekten çok çalışmaya dayalı olduğundan küçük takımlarda da rahatlıkla oynanabilir. Tabii bu uygulamanın oturması da bir ülke ekolü oluşması için önemli bir adım olur.
Esas sorun ise Türkiye'nin her kademesinde başımızı ağrıtan, bir türlü üstesinden gelemediğimiz altyapı kurumu ve profesyonellik kavramı. Maalesef ülkemizin hiç bir kademesinde profesyonellik anlayışı bulunmuyor. Haliyle futbolda da bu oturmuş değil. 3 büyük kulüpte bile yabancılarla profesyonel anlaşmalar imzalanıyor, yabancılar paralarını veya tazminatlarını günü gününe alıyorlar(almayanlar da faiziyle FIFA'dan alıyorlar) ve takımlarında çok önemli isimler olmasalar bile Türk oyuncuların neredeyse 2 katı maaş alıyorlar. Türk oyuncularla ise genelde çok ucuza veya boş sözleşmeye imza atılıyor, para olmayınca ''sonra veririz kaçmıyoruz ya'' politikası izleniyor. Kimi taraftarlar tarafından sevilmese de BJK tarihinin önemli menajerlerinden olan Sinan Engin bile ''Türk oyuncunun sırtını sıvazlayacaksın biraz'' şeklinde açıklamalarda bulunuyor. Dünyanın başka hiç bir ülkesinde oyuncu-yönetici ilişkisi ''sırt sıvazlayarak'' gerçekleşmez, yönetici parasını verir, oyuncu topunu oynar. İstenilen performansı gösteremezse tıpkı bir patron-işçi ilişkisi içerisinde uyarılır. Türkiye'de ise yönetici gider oyuncuyla konuşur, ailesiyle konuşur, olmadı başkan gider antremana takıma moral verir...vs. İngiltere, Almanya, İspanya gibi futbolu gelişmiş ülkelerde futbolcunun başkanla ilişkisi kulübün tanışma tolantılarında veya sponsorların gerçekleştirdiği bazı davetlerde , organizasyonlarda el sıkışmaktan öteye gitmez. Türkiye'de işler böyle yürümediğinden oyuncularımız profesyonelliğin ne olduğundan bihaberler. Hakan Şükür'ün para alamayan genç oyunculara borç vermesi insani açıdan bize ne kadar güzel gözükse de, profesyonellik açısından nerelerde olduğumuzun acı bir örneği aslında.
Altyapı kurumu ise Türkiye'deki bir çok klüpte emekli futbolcuların başına getirilip, para kazanmak amacıyla açılmış spor okullarından seçilen 25-30 tane çocuğun seçilmesiyle oluşturuluyor. Ülkemizde 20 sene öncesine kadar herhangi bir kulüpte maaşla çalışan bir tane scout yoktu. İlhan Cavcav'ın ülke futboluna en büyük katkısı belki de burada oldu. Gençlerbirliği ve Gaziantepspor'un Afrika'da oyuncu izleyerek kazandığı paralar hem Anadolu hem de İstanbul klüplerinin iştahını kabarttı. Günümüzde hemen her kulübün bir altyapı kadrosu var. Fakat profesyonellik kavramı burayı da etkilediğinden değişen pek bir şey yok, hala altyapı sorumluları futbolu yeni bırakmış futbolcular, scout adı altında maaş alanlar da futbolcudan anlamayan, yönetimden torpilli kişiler. Altyapılarda futbol oynayanların bir kısmı da futbolcuların ve yöneticilerin akrabaları. Avrupa'da scoutlar okullarda bile yetenekli futbolcu ararken, ülkemizde çocuğundaki yeteneği farkedenler kulüplerde torpil aramaktalar. Bu yüzden Türkiye'de yetişip Avrupa'da futbol oynayan futbolcu sayımız iki elin parmaklarını geçmemekte. Gerçi artık bazı Anadolu kulüpleri ve 3 büyüklerde profesyonel kadrolar kuruluyor, Anadolu'da ve hatta Türklerin yoğun olarak bulunduğu Avrupa ülkelerinde oyuncular izleniyor fakat bunlar çok bilinçsiz yapılıyor. Almanya'daki Türk oyuncular izlenirken İstanbul'da bir sokakta belki de gelecekte çok önemli bi futbolcu olabilecek, çok yetenekli bi çocuk keşfedilemiyor. Bunun sebebi ise kadrolaşmanın yetersiz olması ve kulüplerarası bilgi iletişiminin oturmaması. Fatih Terim'in ortaya attığı ülke çapında tarama konferanslarıyla belki bir şeyler değişebilir umudundayım. Bu yönde federasyonla teknik ekip somut adımlar atıyorlar. İnşallah bu adımlar boşta kalmaz ve ülkemiz de en azından nüfusu büyük şehirlerimizi geçmeyen bir Hollanda, bir Çek Cumhuriyeti kadar futbolcu çıkartacak duruma gelir...