Benim burada kendime ve siz okuyuculara düşeceğim notlar ise yine sözcük merkezli ve bu sözcüklerin aktaracağı küçük hikaye parçalarından oluşacak. Söz uçuyor, yazı kalıyor. Buyrun yazıya.
Üniversitemin disiplinlerarası eğitim sistemi sayesinde, "İnsan ve Toplum" ve "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi" dersleri benim için zorunluydu. Kimi mühendis arkadaşlarım sevmese de ben büyük keyif alarak dersleri aldım. Okumalarımı yaptım. Makalelerimi yazdım. İçinde bir çelişki olduğunu her zaman düşündüğüm bir konu vardı "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi" (HIST 191-192) derslerini alırken. Derslerin ana okuma kaynağı Erik Jan Zürcher'in Modernleşen Türkiye'nin Tarihi idi. Türkiye'yi bir Hollandalı'nın yorumlaması doğal; bir Amerikalı, İngiliz, Yunan, Ermeni, Rus, Kürt, Bulgar da bu işi yapabilir. Ama ne bileyim hiç mi Türk tarihçimiz yok bu işe eğilen diye düşünmeden edemezdim o zamanlar. Hala da ederim.
Nereden nereye taşıyor insanın bir kitapta okudukları. Tayfun Er kitabında E. J. Zürcher'den şöyle bir alıntı yapıyor:
" Zürcher'in bir dönemin yöneticilerinde dahi dikkatini çeken akrabalık bağları, Türkiyeli araştırmacıların, yazarların dikkatini 'nedense' hiç çekmemiştir:
'Bu yapının altında gayri resmi bağlantılar vardır. Bunlar üstüne hiçbir çalışma yapılmamıştır. Modern Türk tarihini inceleyen herkesin Türk toplumunda kişisel ilişkilerin öneminin bilincinde olması gerektiğini düşününce bu daha da şaşırtıcı gözükmektedir. Benim izlenimim, ancak akrabalık, dostluk, eğitim ve himaye üzerine kurulan bu gayrı resmi ilişkileri kavradığımız zaman Jön Türk dönemi siyasi hayatını tam olarak anlayabileceğimiz yolundadır.' (Milli Mücadelede İttihatçılık, s.85)
Tayfun Er kitabında moderniteye geçişi belirleyen 4 ana unsurun var olduğunu savunuyor. Anasır-ı erbaa: Bilimsel, siyasal, kültürel ve teknik-endüstriyel devrim.
"Bilimsel devrim Newton'la başlar; siyasal devrim devletin modelinin demokrasi olacağı düşüncesidir; kültürel devrim laiklik ilkesidir ve reformasyon başlangıç olarak verilebilir; teknik- endüstriyel devrim de aletten makineye geçiştir."
Daha sonra bu savını destekleyecek açıklamalara giriyor. Tarihten örnekler ile görüşünü destekliyor merak eden kitabı edinip okuyabilir. Bu yazıyı ilgilendiren kısmını şöyle alıntılıyorum:
"Kautsky'nin 'modernleştiriciler' diye benimsediğimiz bir kavramı var. Bizdeki modernleştiriciler, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e hep eupatrid olmuş. Modern bürokrasinin doğuşu kabul edilen Tercüme Odası'ndan, Mekteb-i Sultani'ye oradan Mülkiye'ye kadar hep eupatridler var. Bu sıralardan sonra da bürokrasinin bütün üst kademelerine onlar gelmiş.
Modernleşmenin toplumsal üst organı olarak ulus-devlet var. Gerek ulus-devletin özelliği gerekse de modernleşmenin bir diğer ana unsuru demokrasi gereği modern devletin bürokrasisinde gelenekten bir kopuş yaşanması gerekiyor. Yani, geleneksel devletten farklı olarak modern devlette bürokratların seçiminde akrabalık/dinsel/etnik bağların değil, liyakatin esas olması gerekiyor.
Oysa bizde durum tam tersidir. Hayatın her alanında öne çıkmanın, güçlüye yakınlığa, sadakate, akrabalığa, aynı din/etnisite mensubu olmaya bağlı değil de liyakate bağlı olması gerekirken yaşanan durum bu değil.
Kapitalizmin gelişmesinde, modernleşmenin siyasal karşılığı olan ulus-devlette de modern-öncesi ilişkiler ağı belirleyici oluyor. Mina Urgan, "Bir Dinozorun Anıların"nda, ' Ben bir toplumsal haksızlığın ürünüyüm.' diye durumu örtük de olsa itiraf ediyor.
Yaşanan haksızlık, bir zümrenin baştan ayrıcalıklı mensuplarının çok iyi donatılmış, öne geçirilmiş olmasıyla sınırlı değil. Bu kapitalizmin doğası gereği böyle zaten; ancak yetenekli, donanımlı olan da eupatrid değilse olması gerektiği yere gelemiyor. Kapitalizmin içinde 'teorik' olarak olmaması gereken ama bizde yaşanan fiili durum budur."
Yani kabaca yazarın dediği Türkiye'de bir yere gelmek istiyorsan mutlaka bağlantın sağlam olacak.(4 unsur, kapitalizm, ulus-devlet gibi konu başlıklarını merak edenler yazarın verdiği referanslara ve kitaba baksınlar) Ne kadar okursan oku, ne kadar donanımlı olursan ol- zirvede belli bir zümre var, orası onların diyor. Bunlara da eupatrid diyor kitabında. Peki, Nedir bu eupatrid?
Erguvaniler kitabının giriş bölümü oligarşi ve örtük kast sistemi başlığına sahip. İlk sayfayı olduğu gibi alıntılıyorum:
"Oligoi Helencede 'küçük sayı', tekil ve yalın hali olan oligos ise 'az sayıda' demek. Bu kelimelerden türeyen oligarşi de 'az sayıda kişinin yönetimi' anlamına geliyor. Atina Şehri'nin bazileus'unu yani kralını deviren soyluların, areopagu denen bölümü yasama ve yargı işlerini üstlenirken, arkhon denen sayıları başta 3 daha sonra ise 9 kişiye çıkan bölümü de yürütmeyi götürüyorlardı. İşte oligoi, oligos ve oligarkhia (oligarşi) bunu anlatıyor.
Atina Şehri'nde insanlar 3 ayrılıyordu: yurttaşlar, yabancılar ve köleler. Yurttaşlar da homojen bir kitle değildi; içlerinde eupatrid denen bir kesim vardı ki onlar hiyerarşide en tepedeydiler. Aslında okunuşuyla yazmak gerekirken, karışıklık olmasın diye Batı dillerine geçen yazışıyla aldığımız bu sözcüğün anlamı gerçekten öğreticidir: iyi doğmuş.
Bizans'ta imparatorların çocukları erguvan renkli sarayda, erguvan rengindeki odada doğuyordu. Bu çocuklar Porphyrogenitos yani 'erguvan doğmuş' ya da 'erguvan içinde doğmuş' unvanı alıyorlardı. Erguvan rengi giysi ve ayakkabı yalnız saray mensuplarına özgüydü. Helence porfira erguvan rengi demektir.
Erguvan renginin soyluların rengi olması, bu sınıfın beğenisinden değil ekonomik kökenindendir. Erguvan, Antik Çağ'da kırmız böceğinden elde edilen kırmız renginin bir türevi olarak sağlanabiliyordu. Bir böcekten ancak birkaç damla renk maddesi elde edilebiliyordu. Üretim de karmaşık ve çok masraflıydı. O yüzden erguvan rengi giysi giymek son derece pahalıydı; dolayısıyla sadece en üst sınıfın giysilerinde bu renk görülebiliyordu.
Yazar kitapta Marx'tan Engels'e, Mahir Çayan'dan Leopold von Ranke'ye kadar atıfta bulunduğu farklı düşünce okullarından kişiler var. Bunlardan birisi de yukarıda resmini gördüğünüz Aristoteles. Adı aristos (en iyi) ve telos (amaç) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiş. Aristoteles'in bu yazı ile ilgisi ise bizi skolastik sözcüğüne ulaştırmasından ibaret. Skolastik ise bizi 'mürekkep yalamış' söylemine taşıyacak. Kitaptan alıntıya devam:
"Modern dillere okul diye geçen kelime (school, schule, skola vb.) Antik Helencede 'boş zaman' anlamına gelen skhole kelimesinden geliyor. Çünkü boş zamanı olan okula gidebiliyor. Skolastik de, okullarda öğretilen yöntemlerle akıl yürüten, sonuca varan kişi. Credo ut intelligam, 'anlamak için inanmak', skolastiğin temel ilkesidir. Skolastikler, bilginin doğruluğunu sınamak için Aristoteles'in yazdıklarına bakıp sonuca varıyorlardı. Aristoteles'e uygun bulunmuyorsa (Kilise'nin menfaatleriyle çatışıyorsa) bilgi reddediliyordu. Tümdengelim, nass'tan sonuç çıkarmadır. Skolastik de işte budur. Skolastik düşünce, varolan durumu değil, olması gerekeni söyleyerek pozitif bilgiyi değil normatif bilgiyi öne çıkarır. İnsanlar da bu durumda yaşadıkları dünyadaki olayların, sosyal ilişkilerin, çelişkilerin nasıl olduğuna dair yeni şeyler söylemiyordu.
Eskiden okullarda öğrenciler yazarken hata yapınca, mürekkebi yalayarak dilini silgi yerine kullanarak silip yeniden yazıyorlarmış. Mürekkep yalamış deyiminin okumuş, yazmış anlamına gelmesi buradan. Skolastiklerin mutlaka mürekkep yalamış olması gerekiyor. Her siyasi görüşten de skolastik olabilir."
Daldan dala atlayarak aktarmaya devam ediyorum. Bu sefer teori'deyiz.
"...Burada tarih teorisi tartışması yapmıyoruz. Aslında söz konusu olan tarih olunca teori yerine kuram demek daha doğru olacaktır. Teori sözcüğü kökeni görmek'ten geliyor. Teori, görülen demektir. Teorisyen bu anlamda gören oluyor. Oysa karşılığı olan kuram ise kurmak, kurgu, kurmaca sözcüklerinde olduğu gibi kurmayı çağrıştırıyor. Oysa Osmanlıca karşılığı çok daha doğru ve anlamlıdır: nazariye. Nazar, göz atmak buradan geliyor."
Biraz da tarih ve Antik Yunan şehir devletleri ile ilgili kesitlerden alıntı aktaracağım. Yazının başlarında bahsettiğim kırmız böceği ile bağıntılı.
"Kartaca, Fenike'nin ardılıdır[*]. Fenike sözcüğü Phoinikes'ten geliyor, anlamı Kızıllar demek. Fenikeliler çok önemli bir ürün olan kırmızı boyanın üreticisi. Kenan'dan kalan insanların oluşturduğu deniz ticaretinde üstün olan tüccar bir halk. Alfabelerinin İbrani Alfabesi'yle doğrudan bir ilişkisi var. Kartaca, Suriye kıyılarından gelen Fenikelilerin kurdukları bir ticaret kolonisi. Kartacalılar ile İbranilerin kültür, ırk ve kısmen dil birliği var. Onlar da tüccar ve denizci bir halk. Kartaca bir ticaret devleti, Roma ise bir militarist devlet. Kartaca ademi merkeziyetçi, Roma ise merkeziyetçi. Kartaca büyük oran Musevi, Roma ise putperesttir."
Fenikeler için benim ekleyeceğim diğer bir nokta ise, bu kültürün dünyadaki neredeyse tüm sesçil (fonetik) alfabelerin türediği Fenike alfabesini ticaret ilişkileri yardımıyla yaymalarıdır. Alfabe için Türkçe'de abece sözcüğü önerilmiş; ama çok benimsenmiş durumda değil. Abece üstünde biraz daha durmak istiyorum; ama çok dallanmadan konu, yukarıda yazarın kullandığı ardıl sözcüğüne dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bizde daha çok halef kullanılıyor. Halef-selef ikilemesi de sıkça duyduğumuz başka bir kullanımı. Buradaki selef için öncül sözcüğümüz var. Bilelim, yayalım.
Şimdi gelelelim alfabeye. Alfabenin kökeni Yunanca'nın ilk iki harfi olan alfa ve beta. Aynı mantık ile İspanyolca ve İtalyanca'da alfabeto. Benzer şekilde elifba şeklinde Arapça için duymuşsunuzdur. Hatta ve hatta ebced var, yine aynı mantığa sahip. ElifBaCimDal. Arapça'nın ilk 4 harfi. Bu konuyla ilgili ayrı bir yazı yazacağım. O yüzden burada kesiyorum.
Kartaca kesitinden dikkatinizi çekmek istediğim diğer bir sözcük Kızıl. Kızmak sözcüğünden türemiş bir sözcüğümüz. Öz Türkçe. Parlak kırmızı. Bizim kırmızımız al. Albayrak. Alsancak.
Yazı çok dağıldı. Farkındayım. Bu nedenle son olarak modern sözcüğünü içeren kesiti alıntılayacağım Tayfun Er'in kitabından ve yazıyı sonlandıracağım.
"Modern sözcüğü için Türk Dil Kurumu Sözlüğü çok yetersiz olarak sadece 'çağcıl, çağa uygun' demiş. Bu sözcüğün ilk kullanılışı Romalıların Hristiyanlığı kabul edip, putperestliği bırakması sonrası yeni durumu tanımlamak için 'modernus' şeklinde olmuş. Bugün çok çetrefilli bir sözcük olarak karşımıza çıkıyor; ama genel kabul gören anlamda, gelenekten bir başka duruma, yeniye geçmeyi anlatıyor daha çok. Pek çok yazar, düşünür modernliğin kıstasları olarak değişik şeyler öne sürebiliyor; gerek bu yüzden gerekse de modernliğin bizatihi kendisini ele almak niyetimiz olmadığı için, bu devasa konunun içinden..."