31 Temmuz 2008

Bütün gün direksiyon sallamak

Açıkçası Formula'yı pek takip etmem. Eskiden ederdim, 2000'li yılların başında falan manyağıydım. Şimdi sadece sonuçlara bakarım, İstanbul Park'taki yarışı izlerim. Onun dışında kazaydı, arızaydı falan filan haberlerine şöyle bir bakınır geçerim. Ama mevzu F1 arabaları olunca, sıkılmadan saatlerce mecraların başında zaman geçirebilirim. Bu biraz ilgi, biraz da aldığım eğitim ile ilişkilendirilebilir. Bu anlamda nette yaptığım gezinti beni aşağdaki resimlere yöneltti. Ben de bloga koyayım dedim. Araba süren herkesin ilgisini çekecektir aslında.

F1 pilotlarının taksici aksanıyla bütün yarış salladıkları direksiyonların 2008 yılındakilerinden bazıları şunlar:

Renault


Ferrari


Williams
Toyota

Direksiyona vitesi ekleme fikri ilk olarak McLaren mühendislerinden John Barnard tarafından ortaya atıldı ve yapılan çalışmlar sonucunda Nigel Mansell da bu fikri hayata geçirdi. Daha önceden ise vites pedallar ile yönetiliyordu. Fren ver gaz gibi... Direksiyonlarda ise 3'ten fazla tuş bulunmuyordu. Bunlardan biri motoru tekerleklere aktaran aksam, bir nevi debriyaj tuşu, biri radyo tuşu, diğeri ise pilotun kaskından su içmesi için kullandığı su tuşu.

2000'li yılların başında iyice teknolojik olan direksiyonlara lcd ekranlar bile sokuldu. Ancak oldukça karışıklaşan küçücük direksiyon 120 farklı parametreyi kontrol edebilir özelliğe ulaşınca bu seneden itibaren basitleştirilme yönünde adım atıldı ve yukarıdaki direksiyonlara ulaşıldı. 1 ila 1.5 kilogram ağırlığında olan ve pilotların yarış bittikten sonra dahi yerinden çıkartıp elinden bırakmadığı bu aletlerin ömrü ise yaklaşık 100 yarış saati. Maliyeti ise ortalama 23.000 Avro.



Benetton 1997

BMW 2006

1. Pit lane speed limiter
2. Differential +
3. Engine push
4. Gear upshift
5. Traction control +
6. Engine push setting switch
7. Clutch lever
8. Traction control
9. Team info inlap
10. Burn out
11. Multifunctional switch
12. Lambda 13. Diagnostic
14. Wing angle info switch
15. Clutch
16. Differential selective switch
17. Team radio
18. Traction control -
19. Gear downshift
20. Engine break
21. Differential -
22. Neutral
23. Display page change

30 Temmuz 2008

Takas Dedikodusu: Artest Houston'a mı?

Rockets'ın son 5 sezonun 4'ünde playoffların ilk turunda elenmesi gerçeği ile yazıya başlayalım. Yao Ming'in draftından sonra Francis-Ming-Mobley çekirdeğini Van Gundy yönetiyordu ve çekirdek McGrady takasıyla bozuldu. McGrady'nin zaten ilk tur bakiresi olması kafalarda soru işaretleri yaratıyordu; fakat gerek Dallas'a karşı gerekse Utah'a karşı gösterdiği performanslarla her ne kadar kendisi zamanında "It's on me." dese de yönetim bu şekilde düşünmüyordu ki kendisini takımda tutup Ming- McGrady çekirdeğini korudu ve etrafına parçaları eklemeye devam ediyor; Van Gundy yerine de artık Rick Adelman koç mevkiinde.

Adı takas dedikodusunda geçen Ron Artest'in takıma katılımıyla Batı Konferansı'nda Rockets, geçen sezon yaptığı takaslarla kadrosunu üst seviyeye çeken Lakers'ın yanına; yavaş yavaş düşüşe geçen Spurs ve/ veya Suns'ın yerine yerleşebilir. Takımın sakatlıklardan yana makus talihi hakkında bir yorum yapamam ama McGrady'nin sırt sorununun kronikleşmediğini söylemek fazla iyimserlik olur; ancak Artest'in takıma olası katılımıyla mevcut sağlık sorunlarına hücumu sürekli taşımak suretiyle yenilerini eklemez. Hücumun tıkandığı anlarda oyunu açıcı basketleri bulmasıyla McGrady'nin kendi mevkiisinde yükünü hafifletecektir; ayrıca Battier'nin yanına çok iyi bir savunmacı olarak geleceğinden McGrady'nin tutmakta zorlandığı daha iri ve kuvvetli 3-4 numaralı oyuncuları kilitlemede takıma büyük katkısı olacaktır.

Tabii akıllara doğrudan Artest'in sabıkası geliyor ki bu büyük bir soru işareti. Kendisinin Adelman'a sıraladığı güzel laflar kendisinin sorun çıkarmayacağı gibi bir hava veriyor gibi; ama yine de Artest bu, sağı- solu belli olmuyor. Ortadaki bu takas dedikodusu yanlış hatırlamıyorsam 8 kez playoff ilk turunu geçemeyen McGrady için bir sonraki turları yaşamak için büyük şans olabilir. Aklıma Minnesota'nın Garnett'in ilk kez ilk turu atlayıp Konferans Finali'ne kadar gittiği Sprewell-Cassell'li kadro geliyor ki Rockets'ın sahip olacağı kadro onlardan kat be kat iyi olacak. İzleyip göreceğiz.

NOT: Yazının konusunu takas gerçekleşmeden "where I got your back happens" diye yazmak istemedim; ama resimle bunu yakaladım sanırım.

Matematik



1 Bobo = 3 Güiza
1 Bush = 1000 Laden

Resim: Bobiler
Saptama: Cwanch

29 Temmuz 2008

Master Of Oranges


''Cruyff gelene kadar Hollandalılar uluslararası futbolun kıyılarındaydılar. Genellikle Lüksemburg'u yenerdik, bazen de Danimarka ve Finlandiya'yı. Belçika karşısında kazanabilirdik ya da berabere kalabilirdik. Bu kadardı işte. Cruyff bir yeniyetmeyken Hollanda; İngiltere, Almanya, Fransa, Macaristan, Brezilya, Uruguay ve Arjantin gibi futbol devlerinin oluşturduğu bir gruba dahil değildi. Nasıl anlatayım ki başka: Johan Cruyff Hollanda'yı uyandırarak dünya çapında bir seviyeye çıkardı.''

AJAX - BARCELONA - CRUYFF
- Dikkafalı Bir Maestronun ABC'si -

Frits Barend - Henk Van Dorp

Hadi Oradan, Sen de...


Zamansızlığı arıyordum, yitirdiğim zamanlara baktım ve “acaba?” dedim. acaba, fazla mı ileri gittim?

Tıpkı bir zamanlar ölümsüzlüğü aradığım gibi, bir zamanlar pervasızlığı aradığım gibi, acımasızlığı aradığım gibi. Hepsinden eli boş dönerken ayağımdaki çarıkları yiyordum açlıktan ve bağcıkları çıkarıp atıyordum bir kenara. Biriktikçe beyaz uçlu kibritlerimle ateş yakıyordum ve her sönüşte bambaşka bir yola. Rüzgar dumanı nereye iterse ben de oraya. İzimi bulur belki biri, çok fazla uzaklaşmış olamam daha.


Herkesle belli bir sınır çizmeye çalışıyorum aramda fakat herkes topraklarımdan belli bir miktar daha talep ediyor. Böyle mi gitmeli bu işler her zaman? Vermek istemiyorum, sınırlarımda mutluyum ben. Bunu anladıklarında tacize başvuruyorlar. İbneler parmak atarken, orospular düşüncelerimi patlatıyorlar elbiselerimi çekiştirip. Pezevenkler kafamda uçuşan baykuşlar gibi. Ölümü s.kecekler!



Her kafamı dinlemek istediğimde yalnızlıktan dem vuruyor illa biri, neden öyleymişim de neden böyleymişim de… Kekten, börekten dedikodu çıkaran boku boncuk teyzelerin birilerini yamama çalışmaları. Ölmediniz mi lan siz daha? Ciltleriniz kupkuru oldu da eski ve çatlak akarsu yatakları gibi, kurumadı mı soyunuz? Komşunun kızını sevgilisiyle gördü diye kaltak dediğine bakmıyor da cadı karı, azmış kızını benle düzüştürmek için validenin ağzını yokluyor, bana kaş göz yapıyor. Sen git kızın gelsin be buruşuk!


Ama hepsi senin başının altından çıktı bunların. hayatımın içine sıçtın da sıvadın da bütün gençliğinde yapamayıp da pişman olduğun herşeyi bana yaptırabilme hevesin yüzünden. Bir kez olsun dinlemediğin hâlde beni dinlememekle suçladın. oysa ki beşinci senfoniydi arkada çalan ve sana dair melodik hislerim vardı. Şimdi biri dürter, biri sürter, öbürü gel kızıma sürttür der tabi. Hepsine s.ktir çekmek kolay da; ne his kaldı bende sana ne de seda…


Zamansızlık, ölümsüzlük, pervasızlık, sazlık, sızlık, suzluk, süzlük. Bir notaya vuruş, kaç kuruş bu devirde haberiniz var mı?

28 Temmuz 2008

Robbie Keane



Liverpool, Torres'in yanına yeni bir partner arayışlarını bu gece sonlandırdı. David Villa, Arshavin derken şapkadan Robbie Keane çıktı. Hem de tam 18 milyon pounda. Üstelik bonuslarla 20 milyona kadar çıkabilirmiş bu ücret. Bence gereğinden çok fazla verilmiş, bu paraya çok daha iyisi alınabilirdi. Yine de Kuyt'tan da, Pompey'e giden Crouch'tan da iyi bir oyuncu Keane. Bu paranın ödenmesinde de çocukluğundan beri Liverpool'lu olduğunu açıklamasının bir payı olduğunu düşünüyorum. Aynı durum geçen sezon Torres için geçerliydi ve Liverpool yönetimi gerçek bir Liverpool'luyu alabilmek için kesenin ağzını sonuna kadar açacağını tekrar gösterdi.

Kime Niyet...


Uzun süre kesinmiş gibi konuşulan Lampard transferi çıkmaza girince Inter gözünü Pompey'e çevirdi ve 16 milyon avro civarında olduğu belirtilen bir ücretle Muntari'ye mavi-siyahlı formayı giydirdiler. Bir sonraki transferin ise Euro2008 sırasında büyük bir takıma imza attım diyen, ancak şu şimdiye kadar bu açıklamasını bir kontratla pekiştirememiş Quaresma olacağı yönünde ciddi dedikodular var. Gerçi aynı söylentiler turnuva sırasında "Quaresma 35 milyon avroya Inter'de" şeklinde de çıkmıştı Avrupa basınında, bekleyip göreceğiz.

Böyle İyi...







İstanbul'u Dinliyorum Gözlerim Kapalı. Bomba Sesleri ve Çatışmalar...

Güngören'de Patlama. Şu anki durum 15 ölü, 154 yaralı... İlk açıklamalar;


Cumhurbaşkanı Gül: Saldırıyı gerçekleştirenleri lanetliyorum


- Cadı mısın sen? Beddua okuma hem, günah. Döner seni bulur sayın Gül.

Başbakan Erdoğan: Bu tür hain saldırılar, hiç bir zaman amacına ulaşamayacak

- Amaçlarına ulaşamıyorlarsa neden yıllardır bu kadar şehit? Amaçları nedir ki ülkeyi fethetmek mi? Salak değil bu adamlar sayın RTE! Amaçları zaten bu!


TBMM Başkanı Toptan: Sivillere yönelik terör eylemlerini nefretle kınıyorum


- Kınaya kınaya kıçımıza kına yaktınız. Sadece kınayın, memlekette kınadan bol ne var? Hiçbir şey yapmayın ama olur mu? Kesin yapmayın bir şey.


İçişleri Bakanı Atalay: Terörün acımasız yüzünü bir kez daha gördük


- Blade'in bıçağı mı bu? Kaç tane yüzü olabilir ki? Daha kaç kere göreceğiz? Hiç görmemek adına bir şey yapan yok. Çok mu seviyorsunuz? Terörün acımasız yüzünü gören cennetlik mi oluyor?

***

Bunu yapan sadece bu hükümet değil, hiçbiri yapmadı şimdiye kadar bir şey. Yılanın başını küçükken ezmediler, biraz büyüdü yine ezmediler, daha büyüdü çatışmalar başladı, bayağı bir büyüdü mevzilerine girdik, daha da büyüdüler masaya oturduk oturacağız, toprak verdik vereceğiz. Az kaldı yani.

Bir gazeteci gibi yaklaşamıyorum olaya. Gazeteci derken, sinirimi bastırıp olanları makul bir şekilde duyuracak durumda değilim, olamam da zaten. Her saldırıda aynı şeyleri duymaktan gına geldi. Daha bunun bir halkası daha, TSK, var. Ülkemizin bölünmez bütünlüğünden girip, hadlerini bildirmekten çıkacaklar. Dünya size güzel be, vallahi bak. Kalın orada, yapışın.

Sonra; "Niye terketmeye çalışıyorsun ki bu ülkeyi? Ne var ki yurt dışında?" Ebenin .mı var hocam, ebenin .mı.

Melodik Mimari


Fotoğraf : D. Camacho

27 Temmuz 2008

Biz de kontör istiyoruz

Genç Subaylar cebinize giriyor, hem de çekilişsiz kurasız.

Yeni GPRS,Wap adresimiz ile cebinize kadar girdik. Artık her kriziniz tuttuğunda blogu açıp rahatlayabilir, kendinizi bulutlara çıkartabilirsiniz. Haydi o zaman herkes yeni yer imini kaydetsin.

gencsubaylar.mofuse.mobi

Delikanlı

Robbie transferi 3 büyükler için nede güzel olurdu dimi ? bence beşiktaşta banko oynar tribünlerin ilahı olur, adına marşlar yazılırdı...




26 Temmuz 2008

No Remorse?



Bu bir veda yazısı, belki de vefa... Yaşattığınız her şey için teşekkürler!

Yolunuz açık olsun....

25 Temmuz 2008

Şefin Listesi




Şefimiz bu haftaki listesini ileride güzel işler yapmaya aday gruplarımıza ayırmaya karar verdi.

Şaka şaka buna sadece ben karar verdim arkadaşlarımın affına sığınarak. Baktım kimseden yine ses seda yok liste için, dedim bir haftalık şöyle küçük bir liste iş görür geçiş işi için.

Bu listede yukarıda da yazdığım gibi albümü olan/olmayan ama yakın zamanda kendini kanıtlamaya aday; bazılarını belki duyduğunuz belki de duymadığınız belli bir noktayı aşmış yarı amatör/profesyonel müzik grupları oluşturmakta. Bir istisna tanıyanların Duman grubunun bateristi olarak tanıdıkları Alen Konakoğlu için olacak. Kendisinin solo çalışması olarak elime geçmişti bu şarkısı bunu da o yüzden bu yetenek listesine dahil etme kararı aldım.

Umarım beğenilen bir liste olur tekrar. Bunun yanı sıra eğer "Ben de şu grubu/sanatçıyı biliyorum. Amatörler ama iş var" diyen olursa seve seve listeye dahil edip beğeniye sunarız.

Saygılar, sevgiler.

Yeni Harman
Mat
Kreş
Piiz
Alen Konakoğlu
Kafabindünya
KaÇaK

Spor Aleminin Şişmanları



Stajımın bittiği bugün yorgunluk atma namına bir yandan biramı yudumlarken hazır bir şeyler yazmayı kendime uğraş edinmişken günceye de katkıda bulunabildiğim kadar bulunayım dediğimden geçtiğimiz günlerde aklıma takılan bir konuyu yazayım dedim.


Haberlerde mutlaka görmüşsünüzdür (geçen hafta içinde olması lazım) Brezilya'lı "köle olmayan" Ronaldo'nun o inanılmaz göbeğini. Görmeyenler bir örneği hemen solumuzda. Bu görüntü benim biraz düşünmeme yol açtı, başka kimler vardı böyle efsanevi kilosu olan profesyonel sporcular?


Aklıma anında milli ürünümüz kabak çekirdeği aşığı, ganyan ustası gece hayatının hızlı ismi Sergen Yalçın geldi. Daha sonra BJK'nin ileri uç eski oyuncusu bana her zaman patates çuvalını hatırlatan Ailton'u hatırladım. Her ne kadar yaşadığı sakatlıklardan dolayı da olsa Appiah'ın şu anki hali de kendisini listeye sokmaya engel değil. Ha Ronaldo'nun sakatlıkları bu durumda etkili değil midir derseniz mutlaka öyledir ama haberlerde çıkan zevk-ü sefaya yönelik haberlerini de göz ardı edemeyeceğim, hele ki 3 transeksüel ile otelde basılması olan göbeğinin aktiflikten pasifliğe geçişin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Şişmanlık söz konusu olunca Maradona'dan bahsetmeden geçmek olmaz. Her ne kadar aldığı kiloların çoğunu emekliliğinden sonra almış olsa da bu durumu ortadan kaldırmak adına birkaç kere bıçak altına yatmış olması durumun vehametini açıkça ortaya koyuyor. Kim bilir belki de Güney Amerika dediğimiz yer sefanın en üst seviyede yaşanan yeridir.


Şişmanlar sadece futbol ile sınırlı değil. Yapısı gereği sadece atılan topu vurmak olan ve ancak ondan sonra koşması gerekilen bir spor olan beyzbolda neredeyse tüm oyuncular obez, yedek kulübesinde otururken yedikleri fındık fıstık da cabası. Babe Ruth ve David Ortiz ünlü olan ve bu kategoriye rahatça sokabileceğimiz isimler.


Basketbol söz konusu olduğunda ise önce ligimizdeki müzmin şişmanları hatırlayalım. Benim ilk aklıma gelen Mirko Milicevic oluyor nedense. Telekom'da oynadığı dönemde cüssesi neredeyse diğer tüm oyuncuların iki katıydı ve hımbıllığı gerçekten göz zevkini öldürücü nitelikteydi. Daha sonra Fenerbahçe'nin eski sorunlu oyuncusu Zaza Enden Tatu gelir bu listede, kendisini en son Erdemir'de antrenör oyunculuk yaparken çıkardığı olaylardan hatırlıyoruz. Son olarak da kendi ligimizde boy göstermiş olan kondisyon ve dayanıklılığı "sıfır" olan Pero Cameron ile listeyi kapayalım. Bu arkadaşların kilolarına bir açıklama ben bulamadım, bulan bir yorumda bulunursa aydınlanırız.


Dünya basketbolundan aklıma gelen bir diğer isim ise Sabonis. Onu kendine artık cins lakaplar vermekten başka bir uğraşı olmayan Shaq izliyor. Shawn Kemp zevke düşkünlüğü ve antremana önem vermemesi nedeniyle aldığı kilolarla Shaq'e benzese de "Big Cactus" kıvamında olamadığından arka sıralarda kalıyor. Phoenix'ten hatırlayabileceğimiz Oliver Miller, takım arkadaşı '94 yılında lig MVP'liğini kazanan Charles Barkley ve "Traktör" Traylor listede olmazsa olmazlardan. Boston'ın çaylağı Glen Davis de bu listeye girmeye aday, biraz da zorlarsak Baron Davis'i de katabiliriz.
Hatırlamayanlar için bir bukle Oliver Miller örneği



Şimdi bu listeyi yazmamın nedenini sorarsanız açık bir cevabım olmayacak maalesef ama bir sonuç olması babında toparlamam gerektiğini düşündüğümde şöyle yanıtlayabilirim. Bu adamlar profesyonel oldukları halde böyle şişmanlarsa benim aldığım ve alacağım kilolar bana hiç koymaz, mutlu/ mesut yaşarım. Yaşasın yemek yemek.

Being Eric, The King!


O yakalarını dik yapışı yok muydu? Sanki karakterinin bir yansıması. Dik kafalının tekiydi, kalenin dikine gitmeyi sever, ona göre haksız olduğu bir konuda kendi düşüncesinin aksini iddia eden birine anında diklenebilirdi. Bir dönemin enternasyonel Pascal Nouma'sıydı diyebiliriz Eric Cantona için. Nasıl ki Beşiktaş taraftarları Pascal'a taparlar, gazeteciler de her yerde bir çılgınlığını kovalardı işte Eric Cantona da böyleydi ama tabi ki başta Fransız ve İngiliz olmak üzere bütün dünya medyası. Kaldı ki saha içinde yaptıkları da hiç ama hiç az değildi. Bir bakalım yaptıklarına, çılgınlıklarına neler var? Çılgınlıktan öte, hayatından ilginç anektodlar diyelim.

  • 26 yaşında futbolu bırakmaya çalışmıştır, vazgeçip oynamaya devam etmiştir. Bir nevi Michael Jordan vakası gibi olsa da kendi manyaklığından kaynaklanan bir gel-git yaşamıştır sadece.
  • Bir futbolcunun kültürlü olması elbette kötü bir şey değil, aksine harika bir şeydir. Maçlardan önce klasik müzik dinleyen King Eric, tiyatro hayranıydı. Bütün bunların bir arada olması en azından ülkemizde pek görmediğimiz bir şey olduğu için manyaklık mertebesine alınabilir. Felsefe mezunudur.
  • Kendisine ırkçı şeyler söyleyip, hakaret ettiği için bir taraftara "blogumuzun sağ frame'inde de görüleceği üzere kramponunun markasını detaylı olarak göstermiştir. Bu konuda şöyle bir yorumu vardır Kral Hazretlerinin; "My best moment? I have a lot of good moments but the one I prefer it when I kicked the hooligan."
  • Leeds United'da 6 ay kırık tarak kemiği ile oynamıştır.
  • Hayranı olduğum bir diğer adamın, George Best'in, hakkında; "Onunla Old Trafford'da oynamak için hayatım boyunca içtiğim bütün içkileri feda edebilirim" ya da buna benzer bir şey dediği bir insandır.
Belki de uzayıp giden daha bir çok ayrıntı çıkarılabilir. Ben bu nokta nokta maddeleri Ekşi Sözlük'ten okuduklarımdan derledim ki bilgi amacıyla bir şeyler de olsun istedim Cantona hakkında.

Kişisel görüşlerim ise hayatım boyunca bir ilah, bir idolüm olacak nadir insanlardan biri olduğuna yöneliktir. Neden öyle olduğunu bilmiyorum, bu adamın acayip bir karizması var. Bu adamın düşünceleri boş akmıyor, alüvyonları da sürüklüyor peşinde. Tekmesi, hakemlere sataşmaları, rakiplere dalaşmaları hep yanlış olduğu şeylere dair. Belki kendi düşüncesi yanlıştı ama o karşısındakini yanlış bildiği için yanlışa tepki gösteren bir adamdı futbol hayatı boyunca ya da ben böyle anladım. Öyle değilse bile öyle kalsın.

Az hatırlamam sokaklarda herkesin yakalar dik futbol oynadığını. Kim Cantona olacak sorunsalı o zaman örtülü ödenekten, Jet-Ski'lerden de öteydi bizim için. Manchester United futbolcusu olmasının da bu kadar büyük sevgi beslememde bir yeri vardır elbet. Başka takımda olsa bu kadar tapınmazdım ama yine severdim elbette. Tabi bunlar kendi meselelerim kardeşim, özelimiz bu bizim.

Neyse, daha fazla uzatmak istemiyorum. Hakkında IMDB'nin 2009'da gösterimde olacağını not ettiği bir belgesel hazırlanıyor. Meraklısına; Looking For Eric

John Winston Lennon



Close your eyes,
Have no fear,
The monsters gone,
He's on the run and your daddy's here,

Beautiful,
Beautiful, beautiful,
Beautiful Boy,

Before you go to sleep,
Say a little prayer,
Every day in every way,
It's getting better and better,

Beautiful,
Beautiful, beautiful,
Beautiful Boy,

Out on the ocean sailing away,
I can hardly wait,
To see you to come of age,
But I guess we'll both,
Just have to be patient,
Yes it's a long way to go,
But in the meantime,

Before you cross the street,
Take my hand,
Life is just what happens to you,
While your busy making other plans,

Beautiful,
Beautiful, beautiful,
Beautiful Boy,
Darling,
Darling,
Darling Sean.

Love Me Do

White Chocolate Mocha, Grande Please...




Bir hafta içinde iki kere Taksim'de tek tabanca takılma fırsatım oldu ve ikisini de hemen meydandaki büfeden bir Turkish Daily News ve International Herald Tribune alarak Starbucks'ta kahvemi içerken sazan avlayarak geçirdim.

Oturduğun yerden bir elinde sigara bir elinde gazete arada sırada kahvenden bir yudum alıp; "oh fuckin god!", "oh my lord!", "in the name of great shamrock!" ya da "fuckin italians!" diye hafiften yan masalardan duyulacak tepkiler vermek ve suratlarını görmek bir zevk benim için bu işi keşfedip kendimce eğlenmeye başladığım uzun bir yıldan beri.

Bir de seni turist sanıp yanına oturup yavşamak isteyen hatunlar çıkıyormuş, onu farkettim. "Hello" diyip oturuyor yanına, nerelisin, niye buradasın vs. vs. Acayip İngiliz aksanı taklit ederekten; "Sorry ma'm, i have a girlfriend" diyerek ortamdan gülerekten uzaklaştım. Bütün gün İngiliz taklidi yapamazdım hoş, yoksa...

İşin özü, yaptığım bu kendimce eğlenceyi tavsiye etmek dışında bir şey. Ülkemizdeki yavaş yavaş boku çıkmaya başlayan yabancı hayranlığı. Allah akıl fikir versin.

Ashley Harkleroad

Milliyet küçüklüğümden beri evde okunan gazete olduğundan yazarlarına aşinalığım ve haber tarzını beğenmemden ötürü hala daha takip ederim. Benim gibi gazeteyi tutarak okuma gibi bir huyu olmayan biri için de günümüz şartlarında internet ortamında gazete takip etmek kadar doğal bir şey yok, Milliyet de takip ettiğim yegane gazete diyebilirim; son zamanlarda keşfettiğim, yazarlarının kimliğinden ötürü takip etmeyi planladığım Taraf gazetesi dışında. Şimdi belki sizlerden de fark eden vardır Milliyet'in ve diğer pek çok gazetenin e-tirajını arttırma amaçlı koyduğu fotoğrafların içerik ve açıklığına. Az önce yine ne var, ne yok diye bakınırken "Ünlü tenisçi Playboy'a soyundu" haberini görünce bir bakayım dedim, neymiş olay diye.



Ünlü tenisçimizin adı Ashley Harkleroad imiş. Tamam, tenisi o kadar ayrıntılı takip etmem de bugüne kadar adını hiç duymamıştım. Sağolsun Milliyet eğlendirici resimlerini ufak bilgilerle de donattığından, kendisi hakkında az buçuk bir bilgim oluştu resimlerine göz gezdirirken.


2000 yılında profesyonelliğe adımını attığında geleceğin superstar tenisçisi olacağına inanılan Harkleroad, 2003'te çıkış yapmış ve bu yıl elde ettiği dünya 39.'luğunun ötesine gidememiş. Hafif bir araştırmayla o yıl Charleston'da gösterdiği yarı final başarısıyla Jennifer Capriati'nin 1990'da finallere ulaşmasından sonraki en başarılı sıralaması olmayan oyuncu ünvanını almış.
Hugh Hefner'ın bu işlerdeki başarısını bilmeyen yok zaten, seçtiği kızların pozlarını tartışmak ya da bunları sizinle paylaşmak için yazmadım bu yazıyı. Amerikan tenisini düşündüğümde son yıllarda bir duraklama/gerileme söz konusu olduğunu bana hatırlatan hatta kanıtlayan bir çekim oldu bu Harkleroad Playboy Shoot.




Çok eskilerini bilmesem de tüm zamanlar büyüklerine baktığımızda Amerikalı bayan tenisçilerin sürekli listede olduğunu görürüz. Bu zamanında Chris Evert'miş, 7'si Roland Garros olmak 18 Grand Slam birinciliği ile. Her ne kadar sonradan Amerikan vatandaşı olsalar da Monica Seles ve büyük tenisçi Martina Navratilova, küllerinden doğan bir Jennifer Capriati ve bugünden çok da uzak bir zamanda emekli olmayan Lindsay Davenport bunlardan sadece birkaçı. Şu anda Amerikan tenisini bayanlarda taşıyanlar Williams kardeşler ve sağolsunlar kendi aralarındaki mücadaleleri her ne kadar aile içi tatlı bir rekabet de olsa, bizlere güzel resitaller sunuyorlar. Bundan 10 yıl öncesine kadar ise bu mücadele tüm Amerikalı raketler arasında rahatlıkla sağlanabilirdi. Bugün düşündüğümde Williams kardeşlerin yanına koyabileceğim bir üst düzey yıldız aklıma gelmiyor-çok zorlarsam diğer bir Afro-Amerikan Chanda Rubin var ki kendisi de son demlerinde ve orada kalıyorum.


Aynı durum Amerikan erkek tenisçilerinde de geçerli. Nerede o Agassi-Sampras çekişmeleri, Jimmy Connors-John McEnroe ya da Ivan Lendl(Lendl de Navratilova gibi Çekoslavak kökenli) tarzı oyuncuları. Son yıllarda sükse yapması beklenen Andy Roddick'in yapabildiği tek sükse Mandy Moore oldu, oyuncu olarak benzediği isimse bana göre Tim Henman oldu. Amerika'da Britanya'da olduğu kadar çayır, çimen, tepe de yok adına tepe de veremiyorlar, bir şekilde adını yaşatsalar bari. Roddick dışında aklıma gelen diğer bir tenisçi de James Blake ve bu noktada yine tıkanıyorum.


Amerika'da sportif anlamda işler son yıllarda pek iyi gitmiyor. Atletizmde oyuncularının arka arkaya doping cezaları yemeleri, Dream Team ile katılmış olmalarına rağmen olimpiyatlarda 3. olmaları, futboldaki alışılagelmiş zayıflıkları, şimdi de tenisteki duraksama kafalarda soru işaretleri oluşturuyor. Acaba Amerikalılar'ın elindeki olanaklara daha önce sahip olmayan ve bunları yavaş yavaş elde eden dünyadaki rakipleri mi gelişti yoksa Amerikan spor sistemi dopinge dayalı bir yalandı da artan doping testleri işin gerçek yüzünü mü ortaya çıkardı? Yoksa ben mi çok kötü niyetliyim de böyle düşünüyorum, iş sistemin durması ve yeni oyuncu üretememesinden mi ibaret?


Yazıyı böyle soruyla kapatmak istemediğimden sizlere Harkleroad'ın başka bir pozuyla veda ediyorum. Bu vesileyle tennis ile ilgili fotoğraflar içeren güzel bir günceyi de sizlerle paylaşmış olayım, ben de yeni keşfettim: greattennisphotos.blogspot.com

Hadi eyvallah






24 Temmuz 2008

Tersine Transfer

Boston'ın Lakers'ı finalde denize döküp '86 yılından beri yaşayamadığı şampiyonluk sevincinin ardından başlayan off-season'da gerçekleşen takaslar hakkında oyuncuların gittikleri takımlara katacakları, gittikleri takımların ne yönlerden artıda/ekside olacakları konusunda sürekli bir şeyler yazmak istemiştim ama bir türlü yazasım gelmemişti ta ki son günlerde çıkan ve dün gerçekleşen olaya kadar: Bu haber tarihte ilk kez NBA'den bir oyuncu MLE seviyesinde bir mukaveleye imza atabilecekken beklediği teklifin bir türlü gelmemesi üzerine Avrupa'ya benzeri bir ücreti gitmeyi kabul etmesiydi. Giden oyuncu Josh Childress, gittiği takım Olympiakos, alacağı ücret 20 küsür milyon dolar.

Evet, bugüne kadar New Jersey'nin bir yeniden yapılanma çalışmasına içine girdiğinin Kidd takasından sonraki kanıtı, Nets organizasyonunu 2 kere NBA finallerine kadar taşıyan çekirdeğin son oyuncusunu olan Jefferson'ın takası oldu.

Evet, Los Angeles Clippers da benzer bir yeniden yapılanma içerisini girerek yıllardır kadrosundaki değişmezlerini, Maggette ve Brand'i yollayıp "B. Diddy" Davis ve Marcus Camby'i kadrosuna kattı.

Evet,76ers Brand'in kadrolarına katılımıyla doğudaki playoff yarışı için önemli bir parça eklemiş oldu. Aynı Golden State takımın "en" süperstarını elinde tutmak için gerekeni yapmış olsa da Davis'in "evim evim güzel evim" esprisinden sonra bir yeniden yapılanmayla gençlerine istedikleri sözleşmeleri verebilecek konuma geldiler ve ayrıca Maggette gibi oyun tarzlarına uyacak kendini kanıtlamış bir adamı kadrolarına kattılar.

Evet, Arenas istediği kallavi meblağdaki kontratı onca şımarıklık ve yüzsüzlüğe rağmen alarak dizindeki sorunların alacağı kontratın etkilememesini ve kendi istediği oyuncularında takımda kalmasını sağlayıp Wizards'ın geleceğinin bu çekirdek kadronun performansına bağlı kalmasına neden oldu. Hep birlikte izleyip göreceğiz.

Yazdıklarım bugüne kadar hep olan biten "transaction"lardı NBA'de; fakat yukarıda resmini gördüğünüz ince uzun kollu afro saçlı genç adamın (ki resmi uzatıp büyütmem sonucu iyice Dhalsim'a benzedi) yaptığı bugüne kadar kimse tarafından yapılmamıştı. David Stern'in yıllardır süren NBA pazarını tüm dünya marketine yaymak amaçlı gerçekleştirdiği uluslararası oyuncuları draft etmek olsun, Avrupa- Uzakdoğu- G. Amerika'da tanıtım maçları oynatmak olsun meyvelerini bugüne kadar vermişti. NBA pek çok yeni müşteri kazandı bu sayede ve izlenilirliği/ getirdiği paralar sayesinde takımlar oyunculara daha yüksek yıllık ücretler verebilir daha üst düzey oyuncuyu bir arada oynatabilir olmuştu.

Stern gözü gibi baktığı organizasyonun kalkınması için bu şekilde çalışıp çabalarken ABD'nin muhterem başkanı G.W. Bush tüm dünyaya karşı rahatlığın ne olduğunu gösterip "up yours dear all" diye parmağını göstererek izlediği politikalarda ısrar edince Amerikan ekonomisi de bir noktadan sonra bunu kaldıramaz oldu. Euro/ dolar paritesinin ne olduğunu az çok duyan bileniniz vardır ve bu izlenen politikalar doların inanılmaz değer kaybederken euronun göreceli olarak dolara karşı değerlenmesine yol açtı.

Bush'un izlemekte ısrar ettiği politikaların ziyadesinde göreceli olarak zenginleyen Avrupa kulüpleri de sahip oldukları avantajları NBA oyuncularının önüne sererek kendileri adına reklamsal ve sportif başarı anlamında oldukça önemli adımlar atmaya başladılar. Globalizasyon genelde (ağırlıklı olarak) Avrupa'dan NBA'ye yönünde çalışırken Childress transferiyle bu durum tam tersine de işler oldu.

Tabii ki daha önceleri NBA->Avrupa olayı Trajan Langdon, Qyntel Woods, James White, Abdul- Rauf tarzı oyuncularla bizim ligimizde boy göstermiş olsa da durumlar oldukça farklı. Olympiacos sınırlı serbest oyuncu olan Childress'a sözleşme imzalatarak Hawks'ın bunu eşlemesini engelledi, zira NBA dışındaki bir takımın teklifini eşleme gibi bir şansı yok Hawks'ın. Ayrıca Childress'ın sözleşmesine her yıl sonunda teklif alması durumunda NBA'e geri dönebilir maddesi de koyarak oyuncunun da kafasını rahatlattı- adam hem yüksek para alacak hem de fırsat olduğunda en büyük arenaya dönebilecek. Tüm bunları yaparken Avrupa Ligleri'nde takımına seviye atlatabilecek bir oyuncuyu kadrosuna katmış oldu.



Deniz aşırı ülkelerde oynamayı tercih ederek bugüne kadar işleyen süreci terse çevirme konusunda ilk adımı atmış olabilen Childress'ın konu hakkında yaptığı yorum ise şöyle: " Konuyu birkaç kişiyle konuştum ve bir moda haline gelebilir. Olmayacağı konusunda emin değilim. Yani 20 küsür milyon doları garanti almak mı yoksa NBA'de birkaç yıl daha bekleyip yüksek kontratı kovalamak mı? Bence cevap ortada."

Olympiacos gerçekleştirdiği Childress transferiyle hem taraftarlarının ezeli rakipleri Pana'ya karşı yıllar süren ezikliğini giderecek bir hamle yapmış oldu hem de basketbol tarihinde önemli bir kilometre taşını koydu. Zaman ile her şeyi göreceğiz. Bakalım NBA'den daha fazla oyuncu Avrupa'yı benzer koşullarda tercih edecek mi?

23 Temmuz 2008

Meet me in Montauk

Albatros kuşları doğduktan sonra havalanıp eşlerini bulana kadar bir daha karaya ayak basmazlar. Uçarken uyurlar, yıllarını havada geçirirler. Eşlerini bulduktan sonra da bir başkasına bakmazlar. Tek eşlidirler ve eşleri ölünce tekrar uçmak yerine ölmeyi tercih ederler. Son kez yükselirler ve kendilerini yakınlardaki sert bir kayaya bırakıverirler. Kanat açıklıkları bazen 3.5 metreyi bulur. Uçmak için kanatlarını açmaları yeterlidir.

Ben bir albatros kuşuyum galiba. Seni bulana kadar uçarım. Bulduğumda yere inerim. Ona birşey olursa ben de son kez havalanırım. Sonra öpüşürüm yakınlardaki bir kayayla sert bir şekilde. Ne bileyim, öyle gibi geliyor.

Ya da giderim hafızamda seninle ilgili bütün anıları sildiririm. Çünkü başedemem anılarla, yapamam. Belki pişman olurum, ne uçmak isterim ne de kayalarla öpüşmek isterim belki de. Öyle yaşamak isterim ev-iş temposunda. Bir gün işe gitmek yerine Montauk'a giderim belki. Kumsalda gezerken veya tren beklerken görürüm seni tekrardan. Neden sonra hatırlarım belki, sildirmiştim anılarımı aslında diye garipserim seni. Kötü yönlerinin hepsini kasete kaydetmişimdir belki senin. Dinledikçe anlarım anılar silinmezmiş aslında. Hele kötüleri hiç silinmezmiş. Ama olsun derim. Olsun hala demek zor değildir çünkü. Çocuk düşlerimiz kalmamış olsa da olsun napalım.

Bütün anılarım silinmişken bir cumartesi gecesi evde yalnız otururum. Fazla bir buğday tanesi bile çuval patlatırmış. Ben de bir fazla anı daha olsa kalbim patalayacak gibi hissederim. Dünyanın bütün toprakları başımın üstünden düşer. Hem ben bu kadar komiksem, zekiysem, eğlenceliysem neden bu gece yalnızım. Çünkü bu gece diğer bütün geceler gibi, hiç bir farkı yok.

Montauk dönüşü bütün tren yolları boyunca düşünürüm. Yalanlar sölerim kendime, utancımın en derinlerine saklarım anılarımı, seni. Hiç bir şey olmasın onlara, unutmıyayım seni hiç diye. Ama dedim ya, bütün topraklar başımın üstünden aşağı düşüyor. Çünkü gülmek ve nefret etmek çok kolay, asıl zor olan nazik ve kibar olmaktır.

Yalnız cumartesi gecemi televizyonlar izleyerek, seni oralarda aramakla geçiririm. Bazen bulurum bazen uyuyakalırım. Uyuyakalırsam uyanırım biraz zaman sonra, müzik açarım veya anılarımı silmeden önce senin bir sürü kötü yönünü saydığım kaseti takarım. Sanki bütün hayatı anlatır gibi o an çalan ne ise; kasette seni kötülerim. Neyi beceremiyosan, neyini sevmiyorsam, neyinden hoşlanmıyorsam dinlerim tekrar tekrar. Sanki hiç iyi yönün yokmuş gibi. Sonra da açarım müziği, sözler kasete cevap gibidir.

"Seve seve ölürüm senin için,
Yine yine tek bir bakışın için."

Aslında hayat budur, kötülüklerini dinledikten sonra senin için seve seve ölmektir, ölebilmektir. Albatros gibi, sana bir şey olursa kayaya doğru hızla dalış yapmaktır, yapabilmektir. Çünkü aşk doğal ve gerçektir ve diğer hiç bir gerçek senle olan anılarımı silemez.

Hadi artık çok bekletme.
"Meet me in Montauk"

O Değil De...




Bir umuttur yaşatan insanı
Aldım elime...
Sazımı...


Hiç düşünmediği anlarda hayat sürprizler yapabiliyor insana. İyi ya da kötü, farketmez, neye uğradığını şaşırıyor insan. Şaşırdığım anlardan birindeyim. Üç kötü haber üst üste geldi. Üç boktan Brezilya dizisini aşırı doz almış gibi oldum.

Bu aralar bozuk keyfim, keyfimiz belki de ama bunun tersinin de olacağı günler olacak. Çünkü her gün kendimizden bir şeyler kaybettiğimize ve akabinde kazandığımıza da inanıyorum. A ve B musluğu hikayesi işte. Ama bir gün dolduran musluk sonsuza dek kapandığında kaybedecek bir şeyimiz olmayacak.

Hep değişir mutluluğa dair tanımlarım, bir bütünlük ya da istikrar oluşturamadım ama şimdilik; kaybedecek hiçbir şeyin olmamasıdır mutluluk.

22 Temmuz 2008

Dü Bara

Bilen bilir sözcüklerin birbiriyle ilişkilerine ne kadar ilgi duyduğumu. Aynı kökten türemiş olup Osmanlı Devleti zamanında Arapça ve Farsça’nın devletin yazışma ve Divan Edebiyatı’nın dili olmasından dolayı bugün de Türkçe Devrimi’nden sonra bile günümüz Türkçesi’nde kalan ve sürekli kullandığımız sözcükler ortaokul zamanlarından dersanedeki dünya tatlısı edebiyat hocamdan beri oldukça amatör de olsa takibimdedir.

Özellikle stajın şu son günlerini yaşadığım süre içinde düşünmeye bayağı vaktim oluyor; fakat bu düşünceleri yazıya dökmeye aracım olmadığından çoğu uçuyor gidiyor. Stajdan çıktıktan sonra da evden çıkmayıp arkadaşımla boş beleş geçirdiğim akşamlarımın yarım saat-45 dakikalık eğlencesi tavla oldu.


Tavlanın tarihi hakkında benim bilgim zamanında okuduğum bir e-posta kaynaklı olsa da paylaşmadan geçemeyeceğim. Pers hükümdarına, Hint hükümdarından hediye olarak satranç gelir ve hediye takdim edilirken şöyle denir: “Hayat dediğin kim daha çok düşünüp ileriyi daha iyi görebiliyorsa, odur. Bu da bunun oyunudur.”



Pers hükümdarı da iade-i hedaye babında Hint hükümdarı için vezirine bir oyun bulmasını ve bunun satranç seviyesinde olmasını salık verir ve vezir günümüz tavlasını 10 gün içinde icat eder. Pers hükümdarı tavlayı Hint hükümdarına yollarken notunu şöyle düşer: “Azizim, hayat dediğin çok düşünüp ileriyi görmektir, doğrudur; fakat bunun içinde şans da vardır, unutmayasın.”

Oyunun sahip olduğu sembolizmle ilgili bilgileri de internetten pek çok muhtelif yerlerde bulabilirsiniz, zira bu ara notu düşmek adına yazmak için başladığım konudan saptım.


Şimdi staj dedik zaman geçmiyor dedik- haftasonu gelse de İzmit’ten İstanbul’a gitsek diye gün sayıyoruz. Teoman üstad bile "vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor" diye bu olayı sorgulamış, ben de bir gözüm saatte bazen kitap okuyorum bazen sudoku çözüyorum. Nadir de olsa iş ile ilgili bir şeyler çıkıyor da kapabildiğim kadarını mühendislerden kapmaya çalışıyorum.

Bunların sözcüklerle tavla ile günlerle ne alakası var artık diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim ki şöyle var. Geçenlerde sanırsam ntvmsnbc.com’da okumuştum gün adlarının kökeniyle ilgili bir yazı, bugün aklıma takıldı bir daha açtım kurcaladım.



Cumartesi ve Pazartesi günlerinin Türkçe türetmeli asıl köklerinin Cuma ve Pazar olduğunu düşünüp bir kenara koyarsak, diğerlerinin anlamlarına şöyle bir bakmakta artık hafiften fayda var, zira yazının uzunluğu arttıkça artıyor okuması zorlaşacak.


İlk olarak Cumartesi dedik bari Cuma ile başlayalım. Her ne kadar tavla ile bir bağlantısı olmasa da zihin jimnastiği olur, bilmeyenlerin ilgisini çeker belki. Cuma, Arapça cm kökünden geliyor olup toplanılan gün anlamına gelir. Eğer cm kökünün arasına farklı harfler getirirseniz, bu Arapça’da farklı bir sözcük oluşturur ki dilin yapısı da böyledir. Misal, cem toplama anlamına gelir, cemevi derken Alevilerin toplandığı yer oluyor. Camii dediğimiz Müslümanlar için toplanılan yer anlamına geliyor, burada toplanan insanlara da cemaat deniyor. Özellikle futbolcuların transferlerden sonra basın toplantılarında “Fenerbahçe gibi büyük camiaya geldiğim için mutluyum.” şeklinde sıkça kullandığı camia da Cuma ile aynı kökten gelmekte ve bu örnekler cemiyet vb. şeklinde daha da uzatılabilir.


Pazarın anlamı ise günümüzde sebze meyve alınan yer ile birebir gidiyor ve Farsça’dan geliyor, daha da fazlası varsa ben bilmiyorum, o yüzden de uzatmıyorum. Pazarı çok da sevmiyorum zaten, ertesi günü ya iş vardır ya okul, bende stres yaratır.


Diğer günlere geçmeden önce “Tavlada Hangi Zar Çifti Geldiğinde Söylenmesi Gerekenler Sözlüğü”ne bakalım zira benim esinlenmem buradan olmuştu. Tavlanın Pers hükümdarı tarafından vezirine yaptırıldığından bahsetmiştim ve tavla oynayan insanlardan attıkları zarlardan sonra orgazmla karışık söyledikleri o garip şeylerin de bugüne kadar Farsça sayılar olmadığını bilmeyenler varsa şu an öğrenmiş durumdalar. Nedir bunlar küçükten büyüğe doğru yek, dü, se, cehar, penç ve şeş. Hele ki bunların Pencüse severler gencüse gibi tekerlemelere konu olması ve oynayanların Hadee bi dubara bea, ineyim kafana şeklinde konuşmaları bazılarınıza artık baygınlık getirmiş olabileceğinden buralara fazla girmiyorum. Hele ki bana zar gelmedi, çok ballıydın abi, bir dahaki sefere şansın yok konularına hiç girmiyorum.




Bahsetmediğim günler Salı, Çarşamba ve Perşembe olarak kaldı. Salı sallanır diyerekten salıyı atlıyorum; ama kimisi sözcüğün İbranice’den geldiğini ve pazarı ilk gün olarak sayarsak salının otomatik olarak üçüncü olduğunu ortaya koyduğunu söylüyorlar, ben yalancısıyım.


Benim tavla ile yakınlığını yakaladığım sözcükler Çarşamba ve Perşembe olmuştu. Barındırdıkları ses ve yapı benzerliği bendeki merakı uyandırmıştı ve biraz araştırmadan sonra şemb’in Farsça’da gün olduğunu öğrendim ve o anda ışık çaktı, her şey yerli yerine oturmuştu. Şeşicar (altı- dört) nam-i diğer Zeki Müren kapısı mı dersiniz yoksa pencidü (beş-iki)’yü mü aklınıza getirirsiniz, ikisi de düşündüklerimi birebir karşılamıştı. Perşembe haftanın beşinci günü Çarşamba da, ki aslı “Cehar şenbe” imiş, haftanın dördüncü günü olarak dilimize girmiş ve haftanın günlerini oluşturmuşlardı. Buradan merakla İngilizce’deki veya yabancı dillerdeki gün adlarının nereden gelmiş olabileceğini düşünüyordum ve hafif bir göz atmayla onların da pagan kökenli, eski İskandinav tanrılarına ve gök cisimlerine atıfta bulunan bir kaynağının olduğunu gördüm. Ama yazının akıbeti açısından burada bitirmek en iyisi olacak sanırım.


Haydi herkese rastgele.

21 Temmuz 2008

Formula 1 Grosser Preis Santander von Deutschland 2008 - Race



McLaren'ın yükselişi ve BMW'nin performans kaybı Almanya yarışıyla da devam etti. Özellikle Hamilton güvenlik aracı esnasında pite girmeyip özellikle Massa'ya karşı ciddi biçimde dezavantajlı bir duruma düşmesine rağmen, pit çıkışında inanılmaz bir performans göstererek liderliği geri aldı. Nelson Piquet Jr.'da tek pit-stop stratejisi ve istikrarlı sürüşüyle herkesi şaşırtarak podyuma çıkmayı başardı. Alonso'dan beklenen bu başarıyı Piquet gibi koltuğu sallanan bir pilotun başarması büyük sürpriz ve tabii onun için koltuğunu, en azından sezon sonuna kadar garanti altına alması demek. Massa ise yakaladığı fırsatları tepmeye devam ediyor. Açıkçası bir Tifosi olarak seneye onun koltuğunda Kubica'yı görürsem çok sevineceğim.




1 Lewis Hamilton
McLaren


2 Nelsinho Piquet
Renault


3 Felipe Massa
Ferrari


4 Nick Heidfeld
BMW


5 Heikki Kovalainen
McLaren


6 Kimi Raikkonen
Ferrari


7 Robert Kubica
BMW


8 Sebastian Vettel
Toro Rosso


9 Jarno Trulli
Toyota


10 Nico Rosberg
Williams


11 Fernando Alonso
Renault


12 Sebastian Bourdais
Toro Rosso


13 David Coulthard
Red Bull


14 Giancarlo Fisichella
Force India


15 Kazuki Nakajima
Williams


16 Adrian Sutil
Force India


17 Jenson Button
Honda