21 Mart 2009

Bir Ağız Tadıyla Sevişemedik Gitti Seninle...

Çocukluğumun geçtiği iki katlı, ahşap müstakil evde ne bilgisayar vardı, ne de televizyon. Teknolojik açıdan evin tek eğlencesi, dedemin eski radyosuydu. FM bandını anlardım da, o illa AM bandında da bir şeyler bulur ve dinlerdi saatler boyunca...

Köpeğim vardı bir de, çöpten çıkartıp aşılarını tamamlatıp evcilleştirdiğimiz. Rahmetli, belediye tarafından zehirlenene kadar minnet duygusuyla hiç ayrılmadı yanımdan. "Beni çekip çıkardınız ya o hayattan, ölene kadar sizinleyim." der gibi... O ölene kadar bizimleydi de, biz ölene kadar onunla olamadık... Şehir, silüetini atarken üzerinden müstakil evlerin varlığı yavaşça sona eriyordu ve bu kervana katılarak apartmanlara taşındık biz de... Biz apartmandaydık da hep, dedemler de apartmana geçince o dört duvarı taştan yer dışında bir şey göremez olduk. Biz taşınınca, kiracı alındı eve... Topak da onlarla kaldı. Bizim kadar ilgi göstermediklerinden olabilir, sahipsiz sanmış belediyenin memurları. Sulu, leziz ve zehirli bir etin yüzünden oldu ölümü. Komiktir, bir zamanlar bunu düşünüp üzülüyordum ama artık üzülmüyorum. Sebebini bilmiyorum ama üzülmek de içimden gelmiyor açıkçası.

İşte o evinin tahtalarının boyası kuruyup çatlamış pencerelerinden sokağı izlerdim ben. Her yerde aynı türden bahçeli evler... Yollar toprak, elektrik var ama nasıl var? Öyle çok araba geçmez. Bağrı açık, ispanyol paçalı pantolonlarıyla abiler... Puantiyeli kıyafetleri, rengârenk saç bantları ve tokalarıyla ablalar. Abilerle pek işim olmadı da ablalar bizim pencerenin önünden her geçişlerinde; "O güzel yeşil gözlerini bize versene" diyip kıkırdarlardı. Utanıp içeri kaçtığımı hatırlarım. Şimdi olsa...

İlkokulda bir kızdan hoşlandım. Unutmam, üçüncü sınıftaydık. Arkamdaki çocukla salak salak hareketler içerisinde oyalanırken, artık ne için öndüm bilemiyorum ama, arkamı döndüğünde salınan saçlarıyla görmüştüm onu. Üç senedir aynı sınıftaydık ama o an öyle bir şey oldu ki, ben ilk defa farkettim onu... Slow motion'da geliyordu cam dibi ile orta sıranın arasındaki holden, kafamda müzik de girse sahneye on numara olurdu... İlk defa körü körüne sevdalandım. Evi tam bizim apartmanın yolunun üstündeydi fakat hiç beraber yürümeyi teklif edemedim. Arkasından yavaş yavaş gittim hep... Yalan yok, deliler gibi seviyor olmama rağmen aynı şekilde utanıyordum da.

Bir gün sınıfın yaramaz, bilinen ve sözü dinlenen erkekleri olarak toplanalım dedik. Neden böyle bir kategorizasyon içerisine girdik bilmiyorum ama çocuk kafası işte... Oturumun konusu da belli, KIZLAR! Herkes sevdiği kızı söyleyecek ki bu üçüncü sınıfın elit erkekleri birbirlerine yamuk yapmasınlar. Hay kafamıza sıçayım afedersin... Herkes gibi sıram gelince söyledim ben de fakat aramızda köstebek olduğunu nereden bilecektik... Toplantının ardından girilen ilk derste bu toplantıda bulunan her erkeğin sırasının önünde ellerini göğsünde kavuşturmuş, ayaklarıyla asabi bir şekilde ritm tutan -adını söyledikleri- kızlar bulunmaktaydı. Benim sıramın önünde de o duruyordu...

Benden hoşlanıyormuşsun, dedi... Kolları ve ayakları az önce izah ettiğim gibiydi, gözleri o kadar kontrol edici şekilde bakıyordu ki arkası bir türlü inmeyen saçımın iki tutamını sağa sola yatırabilirdi telekinezi ile! "Evet, hoşlanıyorum" diyemedim. Halbuki söyle, artık yumurtlamış işte biri. Yok! Söyleyemedim işte. Şimdi olsa...

Sonrası biraz karışık. Sevgilim dediğim birini başkasıyla yatakta basmadığım mı kaldı, götüme tekmeyi vurmayan mı kaldı... Hayat tecrübesi oldu bunlar hep, birer birer. Sonra benim zamanım geldi. Sanki öc alırmış gibi, geceler geceleri kovaladı. Yemediğim halt kalmadı, ruhumu şeytana satmışım gibi.

Duruldum...
Duruldum da, birine sevdalandım da duruldum.
Olmadı.
Geceler geceleri kovaladı...
Duruldum...
Birine sevdalandım, olmadı.
Gündüz, gecenin altına yattı...
Birine sevdalandım.
Olmadı.

Böyle geçti hep, lanetlenmiş gibiydim. Kötülüğe kötülükle, kalp kıranın kalbini kırarak dindirmeye çalışınca sonsuz mutsuzluğa hapsedilmişim gibi geldi. Elimi eteğimi, bir şeyler kovalamayı ya da ümit etmeyi bıraktım.

Öyle bir anda ki biri çıktı karşıma, rafa kaldırdığım tüm geçmişimin tozlarını üfürerek açtım tekrar kalbimi. Bir resmiyete kavuşturamadıysak da, flört ettik uzunca bir süre. Sonra, ben memlekette kalmak zorunda kaldım. O'nun taviz vermesi imkânsızdı, ayrılmadık ama birbirimizi anmadık da. Save ettik, kapattık. Hâlâ hard disc'imizde yer kaplıyoruz ama oynaştığımız söylenemez.

Sen ise hepsinin sonunda çıktın karşıma. Anlattıklarım ve es geçtiklerim dahil olmak üzere mutlu olamadığım ve kendimce başarısız saydığım bir dolu ilişkinin ardından... Çıkmasan daha iyiydi karşıma, çıkmasan üzülürdüm. Çıktın da bir bok mu oldu? Ne değişti ki? Bir başka hayal kırıklığı daha... Güvenimi, sevgimi, iyi niyetimi suistimal etmenin bedeli kırılan kalemlerdir. İnfaz için değil, sinirimi bastırmak için.

Fakat ne kadar sevmemiş olduğum gibi bir fikre şartlamaya çalışsam da kendimi, Pavlov'un yalancı ve isyankâr köpeğiyim... Ya da şöyle diyeyim, Pavlov'un o karakterde bir köpeği olsa ben o olurdum. Neyse, Pavlov'u bilmiyorsun sen zaten. Boş yere zırvalıyorum...

İşin en acı yanı, her gün beraber vakit geçirmek zorunda kalmak. Her gün, bir ara bakmaya doyamadığın şimdilerde ise bakmamak için köşe bucak yer aradığın bir yüz ile karşı karşıya kalmak. "Yok abi, bitti. Böylesi daha iyi oldu hem zaten..." derken bir yerden çıkmasıyla bütün kendine telkinlerini bir anda unutmak, yelkenleri indirmek...

Şimdi o çocukluğumun geçtiği ahşap evin tam karşısındaki arsada evimiz, apartman. Pencereden bakıyorum da mahalleye, çok şey değişmiş. Radyo yok bir kere... Bastonu, fötr şapkası, yeleği ve yeleğinin iç cebindeki köstekli saatiyle dedem yok. Yollar asfalt, samimiyetsiz. Ayyaşlar geçiyor ancak gecenin bu saatinde yoldan ya da kim olduğunu anlayamadığım garip sıfatlı insanlar bira içip kutularını atıp gaza basarak devam ediyorlar yollarına.

Boyası çatlamış ahşap bir pencereyi, kusursuz ama soğuk bir pimapen'e tercih ederim. Gözlerimi isteyen güzel ablalar yokken, pencereden bakmanın bir gereği de yok gibi geliyor bana. Ne tahtakurularının kuru gürültüsü var, ne de bir gacırtı. Sessizlik de sessizlik diyip iyice yalnızlığa gömüldük, haberimiz yok...

Papasito'ya saygı, sevgi ve şükranlarımla ithaf ederim...