İstanbul çok büyük şehir. Bir ucundan diğer ucuna gitmesi saatler alır. Kalabalık yollarda, kalabalık kaldırımlarda, kalabalık kafelerde geçer hayat. Karşı komşunu tanımazsın. Tanısan bile evine hiç gitmemişsindir. Nezaket sınırları senin samimi olmanı engeller. Çünkü burada kimin ne olduğunu kestirmek zordur sözde. Herkes kaçakçı, herkes çirkef, herkes iki yüzlü olabilir. En çok İstanbul'da olur böyleleri yani.
Ben burada büyümedim, 18 yaşında gördüm adam akıllı bu koca şehri ilk kez. 4 senedir buradayım, hala alışamadım kendisine. Boğazı, İstiklal'i, Nevizade'yi, Ortaköy'ü, Bebek'i, Cadde'yi bilmem neyi, Avrupa'nın en büyük alış veriş merkezini, Türkiye'nin en lüks otelini, en ihtişamlı restoranlarını, almak için 3 nesillik para gereken yalıları, yolda akar gibi giden hayvani güzellikteki arabaları... Hepsini yeni gördüm. Ben yine şanslı olanlardanım, bunların hiç birini görmeden toprağın dibini gören bir dünya dolusu insan var ülkede.
İlk zamanlar hoşuma gitti. Meğer deniz ne güzelmiş. Okuldan çıkınca ona bakmak, sabah onun mavisini tatmak, sahil yolunda deniz kokusuyla yolculuk yapmak... Arabanın camlarını sonuna kadar açıp yosunları ciğerlerine çekmek. Bir işim olsa Kabatş'ta, evim de Sarıyer'de. Hatta Rumeli Kavağı'ında... Hiç bir sabah yağmur yağmasa, hep güneş olsa, kavakta önce taze balık
kokusu, sonra da yol boyu deniz kokusu eşlik etse bana.
Deniz olmayan memlekette büyüyünce insana cennet gibi geliyor o yol. Vapur sesleri falan... Martılar...
Ama büyü bozuluyor bazen, hatta burada zamanın büyük çoğunluğunda büyü bozuk halde oluyor. Doğduğum yeri, büyüdüğüm evi, oyun oynadığım sokağı, dolmuşa bindiğim durağı özlüyorum o zamanlarda işte. Sonra alıyor başını gidiyor özlem, bazen dökülüyor yalnızlıkla birlikte gözlerimden, bazen içimde kalıyor söyleyemediğim isyankar sözlerimle.
Biz çocukken evimizin önündeki sokakta tümsekten tümseğe koşu yarışları yapardık. Ben Maurice Green olurdum, arkadaşlarım Micheal Johnson, Ato Boldon... Saniye tutardı biri klasik Casio saatlerle. O zaman kronometre yoktu bütün saatlerde. Kronometreli saatleri özenirdik.
Bazen de penaltı çekişirdik orta bahçesinde sitenin. Ağaçtan ağaca kale yapardık. Yerler çim, ortam uçmaya müsait. Hayatımın kurtarışlarını orada yapmışımdır. 10-11 yaşlarında... Turnuvalar düzenlerdik, en çok kim kazandı istatistik tutardık.
Dünya kupalarını, Avrupa kupalarını, Formula 1'i, Moto GP'yi sitenin lokalinde arkadaşlarımla izlerdim. Sonra alır bisikletleri sokakta motor yarışı yapardık. Herkesin bir takımı olurdu kupalarda da, ben İtalya'ydım. Toldo, Hollanda'nın penaltılarını çıkartırken hop oturup hop kalkardım.
Sonra mahalle maçına giderdik dolmuşla şehrin 3 dakika uzaklıktaki öbür yakasına. Bazen de kamyonet kasasında, birimizin babası götürürdü. Dolmuş şehrin hemen dışındaki köyden kalkardı. Köylüler binerdi. Kimi tarhana kokardı, kimi toprak... O kokuları da çok özledim. O dolmuşu özledim. En arkada oturan amca, şoförü tanırdı, laf atardı. İnsanlar arasındaki o samimiyeti özledim. Hele ki burada her otobüse binişimde lanet ettiğimi düşünürsek... Neyse, maç dönüşü kesin arabada ekmek arası yapanlardayız veya çorbacıda. Kazanırsak daha bir leziz... Ama genelde yeniliriz, deplasmanlar zordur bizim orda.
Annem çalışır benim, 25 senedir. Babam da öyle... Kardeşimle yalnız kalırdık. Hangi arkadaşla o gün erken görüşürsek öğlen yemeğini onlarda yeriz. Komşuya gider, bazı günler onlarda yaşarız.
Harçlığın çoğunu futbolcu stickerlarına yatırır, kadroları ezberlemek için Fifa 98 oyununda "Team management" yapar, ordan kağıtlara yazarız isimleri. Yanımızda gezdiririz listeleri. Mahallenin kaldırımında, sitenin çitlerinde ve kalorifer daieresinin taş duvarlarında olimpiyat ateşini yakarken sırası gelen sporcu yarışır, kalanlar listeleri ezbelermek için savaşırdı. Daha çok topçu bilmek büyük marifetti o zamanlar. Kış olimpiyatları da yapardık, kızaklar arka balkondan çıkardı hemen. Jamaika takımı olurduk kış oyunlarında.
Şehrin tek havuzunda, belediyeye ait yüzme kurslarına gideriz. 3. günden itibaren hepimiz Ian Thorpe olmuşuzdur. 4 stilde yüzmeyi de deneriz. Hiç birini beceremeyiz. Yetmez kola kutusunu ezer yakındaki inşaattan tahta parçası araklarız. Sonra bir atıcı, bir vurucu, bir kaç tutucu seçer beyzbol oynarız. Evet, oha...
Hepsini yaptık bunların. Hiç birini uydurmadım. Benim gibiler bilirler doğru olduğunu... Sporu yaşayarak öğrendim ben. Küçücük şehir bana bir sürü şey öğretti. Bugün burada yazı yazıyorsam, basketboldan futboldan dem vuruyorsam, çocukluğumdaki kadroları bugünkü kadrolardan daha iyi biliyorsam, bunun sebebi İstanbul'da değil, saydıklarımın hepsine imkan veren memleketimde büyüdüğüm içindir.
Ha bir de, İstanbulluların bir çoğu gitmemiştir 3. lig maçlarına. Ben de memleketimde gitmedim hiç 1. lig maçına gerçi. Aradaki farkı anlatmama gerek yok ama bir çok kişi bilmez 3. lig maçındaki samimiyeti, birlikteliği ve tatlı heyecanı. 5 bin kişilik stadın yarısı dolar ve oradaki herkes bir birini tanır. Hiç bu kadar büyük bir kahvehane, kafe, dostluk ortamı olmaz. Hele ki İstanbul'da... Babam küçük yaştan beri götütür bizi, elimizde eski gazetelerle gireriz içeri, tribünde yerimizi alırız. Yanımızda tanıdık, önümüzde tanıdık, arkamızda tanıdık...
Sonra bir el uzanır benim ufak tefek ellerime doğru, "Çekirdek çıtlar mısın?" diye. Gözüm sahada, gol olsun diye beklerken küçük avuçlarımdaki o çekirdek, hayatımda yediğim en huzurlu yiyecektir.
O gün, orada, 2500 kişi birden aynı anda: Şimşek gol gol gol...
Gol olur, kucağımda tanıdık...