Eski kız arkadaşım arıyor, "Neredesin" diyor. "İstanbul'dayım" diyorum. "Eve çıktım bana gelsene" diyor, ne diyeceğimi bilemiyorum.
Nutk-u Abazanlık Tutulması değil bu, beş yıldır görüşmediğin biri birden seni arayıp sorarsa, üstüne bir de "bana gelsene" derse sen de şaşırırsın hâliyle... Unutamadığını, sadece bastırabildiğini farkedersin işte o an. Bir telefonla duyduğun ses büyü gibi gelir sana, uyanır içinde bir şeyler.
Sevmişsindir zamanında, ne olduğunu bile hatırlamazsın bazen ama bitmiştir bir şekilde o ilişki ve bir daha onun gibisinin tadını yakalayamamış olabilirsin. Ne kadar eski ilişkin olursa olsun, yenisi eskiyi hep aratır. Sürekli bir gerileme yaşarsın sanki. İşte bu yüzden zaten bir telefon ucundaki ses bile sana anında umut verir. "Çocuklarımızın adını Barış Manço gibi Batıkan-Doğukan mı koyayım yoksa Dr. Emmett Brown gibi Jules-Verne mü yapayım" diye geleceğe dair planlar yapacak kadar aptallaşırsın.
"Peki ama bugün olmaz yarın gelirim, sonra da dönerim zaten param da kalmadı" diyerek zarf atarsın, çakallaşırsın demeyi unuttum tabi yukarıda. Bu da bıçağın islami usüllere göre kesilmiş hayvanından arda kalan kanlı tarafı. "İstersen bende kal, olanı yeriz içeriz beraber" diyiverir. Beraber lafını duydun ya, "Bir saniye canım" diyerek anında laçkalaşır ve ahizeyi elinle kapatırsın ya da çıldırışlarını duyamayacağı bir yere koyarsın telefonu. Sonrası malum, kalbi küt küt atan Gülben Ergen'den farkın kalmaz ve alırsın telefonu tekrar... "Tamam canım, uygun bana. Öyle yapalım o zaman" dersin.
Eski kız arkadaşım arıyor, "Nerede kaldın? Bulamadıysan evi çıkıp alayım seni" diyor. Bulamadım diyemiyorum da, "Yok yok geldim, şeyin oradayım... Neresi lan burası?" diyorum. Anlıyor tabi, çıkıp alıyor beni. Ev ise sanki daha ilk tanıştığım bir hatunun evi ve sanki beş dakikaya kalmadan sevişeceğiz gibi. O arada ne kadar anlamaya çalışırsam ortamı, o kadar kârdır gözüyle bakıyorum her yere yabancı yabancı...
Salona geçiyoruz, "Üstünü değiştireceksen odama geç" diyor. "Uh" diyorum içimden, fakat sazanlamamak için "Yok ya iyi şimdilik ehe" diyerek geçiştiriyorum. O ise giyinmeyi tercih ediyor, ince bir body'nin altına bel hizasında bir pijama ile... "İyi ki pijamamın altını giymemişim" demek için içimden, gerekli ortam sağlanmış oluyor böylece.
"Bira var, şarap var, tekila var... ne içelim?" dediğinde ince eleyip sık dokuyorum... "Bira çoğu kadını çabuk sarhoş eder, tekila desem hemen sevişmek istediğimi sanabilir, şarap hem entellektüel hem de muhabbet meyillisi. Eğer şarap seçersem aradan geçen yıllara değer verdiğimi, onu hiç unutmadığımı düşünür ve daha da suçlu hissettiririm belki" diye düşünerek şarap içmek istediğimi söylüyorum ve tebessümle onaylıyor.
Aradan geçen yıllara yanaşabilecek her muhabbet başlangıcında bir tedirginlik oluyor ikimizde de. Birbirlerine hoşlandıklarını söyleyemeyen çiftler gibiyiz bir bakıma... Fakat onu çoktan aşmış olmamız gerekiyordu. Elbet bir yerden açılması gereken muhabbeti o başlatıyor; "Kız arkadaşın var mı?"... "Yok"...
Devamı basite indirgeniyor, ufak bir yaklaşma... Gözler birbirine yakınlaşıyor. Böyle zamanlarda hep "Heeheheh şimdi tam öpüşecekken gözler kapanıyor ya, hedef kaysa da kafalar tokuşsa. Sonra sit-com'daymışız gibi kahkaha efekti gelse" diye düşünmüşümdür. Tüm engellemelerime rağmen, yine düşündüm .mna koyayım. Benim için olayın duygusallığı kaçmış olsa da ona hissettirmeden senkronize bir şekilde kapattık gözlerimizi.
Bob Ross yaşasaydı rahmetli; "İlk olarak ufak bir alt dudak darbesi ekliyoruz şu kısma" diye anlatırdı o anı... Sonra dudaklar ayrılır, ufak bir bakışma iki tarafta da "Var mı bir sorun abi? Rahat mısınız?" tadında duyarlı esnaf bakışı... Sorun yok, olamaz... "İyi böyle hocam, eyvallah" diyen tüketici bakışının ardından gerisini Bob Ross; "Şuraya biraz dil darbesi, mmmh evet, alttan bir el gelsin. Oyşh evet, evet. Süper oluyor. Şuraya da biraz yayalım, uyşhhhh" diye anlatırdı herhalde. O zaman ben de s*kerdim öyle Bob Ross'u. Sapık mıdır nedir?
Terli vücutlar, yarım kalan şarap, yorganın altı... Üsküdar'dan boğaza bakmak kadar etkili, şiirsel bir ortam. Bakışırken pişmanlık duymamıştık halbuki, şimdi ise ikimiz de birbirimize "Olmadı be abi" diye bakıyoruz. Farkediyorum ki, bir anlık çekim gücüydü işte. Belki de başta dediğim gibi, her yeninin eskisinin alt versiyonu olmasından gelen bir özlemdi. Onun beni araması seneler sonra, benim nutkumun tutulması, ufak çerezlik muhabbetlerden sevişmeye giden acelecilik... Başka nasıl tanımlanabilir ki?
"İyi ki geldin" diyor bana ama sesinin titremesi pişmanlığını ve sözlerindeki sahteliği kulağımdan beynime sinyal olarak iletiyor. Gel gör ki beynimdeki o sinyaller dudaklarımın arasına saçma salak sit-com mantığımdan yine "Nasıl yani? Gelmese miydim? Sabaha kadar gitse miydik? Ehehehueuhehue" şeklinde geliyor, ağzımı sıkı sıkıya kapalı tutuyorum. Artık onunla ilerisinin olmayacağına mı yanarsın? Yoksa beynindeki bu sit-com'un eğer gerçek olsa ne kadar başarısız olacağına mı? Engelleyemiyorum tabi ki kendimi yine, dökülüyor o sözler ağzımdan.
Fakat gülüyor, hiç tahmin etmezdim. Beni kırmamak için gülüyor ama onore eden de bu ya zaten. Ondan daha çok, tek gecelik ilişkiler yerine seveceğim birinin olmasını ve beni kırmamak için salak saçma espirilere bile gülebilmesini özlediğimi farkediyorum.
Ceketimi giydiriyor sırtıma, istediğin zaman gel diyor. O da benim böyle bir şeyi istemeyeceğimin farkında. Aynı zamanda istesem de kendisinin pek gönüllü olmayacağını biliyor. Sonuçta kim ister ki eski sevgilisinin seks partneri konumuna kadar gerilemeyi. Bırak kalsın öyle...
Sakarya'ya dönmek için hazırlanırken telefon geliyor, "Neredesin?" diyor... "Kadıköy'deyim, Sakarya'ya döneceğim" diyorum. "Dönme" diyor. "Sensin dönme" diyorum, kafamın içinde kahkaha efektleri yankılanıyor. Allah belanı versin sit-com mantığı. Fakat gülüyor... "Özledim seni" diyor. "Sen kimsin yahu?" diyorum, "Nilay ben, barda tanıştık ya geçen hafta. Ya ev arkadaşlarım gitti de, bir hafta yoklar bana gelsene. Kimi aradıysam ulaşamadım, yalnız kalmaktan korkuyorum. Aklıma sen geldin" diyor. Son çare beni aramış olmasını tek seferde siliyorum fakat parasal sorun yine mevcut... "Ya olur ama param da kalmadı, dönmem gerek" diyorum. "Aaa dert etme sen onu, gel işte ne olacak." diyor. "İyi, yarın dönerim ama" diyorum...
İnsan ilişkilerine şaşıyorum arkadaş. Bardan yeni tanıştığım birine, numaramı ne zaman verdiğimi bile hatırlamazken o beni hatırlıyor ve arıyor da... Evine çağırıyor, gidiyorum da hemen. Param yok diyorum, gel gel var bende diyor. Üstüne bir de sevişiyoruz. Jigolo gibi hissediyorum kendimi...
Nilay'la bir yaşanmışlığımız olmadığından daha rahat takılıyor, ceketimi giydirirken "Yine gel, bir hafta daha boş. Parayı da dert etme" diyor, gözleri gülüyor. "Tanrım ben bunu hakedecek ne yaptım" diye salak bir şekilde dert yanıyorum içimden... Halbuki sus işte salak, keyfine baksana... "Ben böyle adam mıydım? Duygusaldım, tek kişiye bağlanırdım" telkinleri, kendine kızmalar falan. "Onları yenemiyorsan, onlara katılacaksın değil miydi oyunun kuralı? İyi işte, bak keyfine... Ulan Hasan Cemal'le Mehmet Barlas bile liberal olmuş, sen çapkınlığı beceremiyorsun." Peh...
Sakarya'ya dönmek için hazırlanırken telefon geliyor, "Neredesin" diyor hattın ucundaki seyircimiz. "Kadıköy'deyim ama Sakarya'ya döneceğim" diyorum. "Bekle, dönme" diyor. "Bekle dönmüyorum ya, tek başımayım" diyorum. Allah bin kere daha belanı versin sit-com! "Nautilus'a gel, Burger King'de yemek yiyoruz" diyor. Ses tanıdık, numaraya baktığımda babam olduğunu farkediyorum. Ben de diyorum; "Nereden tanıyorum bu sesi?" Babammış ulan...
Burger'da otururken babam pis pis bakıyor bana... Annem, "Nasılsın oğlum? İyi misin?" diyor. "İyiyim annecim, geliyordum ben de zaten bugün" diyecekken babam sazanlıyor; "Bırak şu eşşooolueşşeği. Neredesin lan sen it? Geliyormuşmuş... Açık öğretime kaydolacaktın, askerliğini tecil edecektin, iş bulacaktın. Ne oldu? Sürt İstanbul'larda..." diye başlattığı gol perdesini dk. 27'de kafama attığı tepsi, dk. 32'de fırlattığı sandalye, dk. 47'de gözüme giren parmağı ile devam ettiriyor. Maç boyu etkili oyunuyla defansımız zorda bırakan babam dk. 90+1'de yaptığı asistle maçı izleyenleri kendisine hayran bırakıyor.
Kan, ter içerisinde uyanıyorum. Saate bakıyorum, yediyi gösteriyor. Camdan dışarı bakıyorum karanlık... "Hassss...." derken, tamamlamama izin vermeyen babam açıköğretim, askerlik ve iş hakkındaki sualleriyle ilk golü atıyor. "Valla baba yarın yapacağım hepsini, blog'a yazı yazmam gerekiyordu sabahlamak zorunda kaldım ondan. Ehe." diyerek asist yapıyorum, annem "Rahat bırak çocuğu" diyerek topu ağlara yolluyor. Mücadelede başka gol olmayınca iki taraf da fesupanallah çekerek uzaklaşıyor.